bursa escort - escort bursa - bayan escort - escort bayan

bursa escort - escort bursa - bayan escort - escort bayan

bursa escort - bursa escort - bursa escort - escort bursa - escort bursa -
izmit escort şişli escort istanbul escort anadolu yakası escort bayan
Bugun...
SON DAKİKA

Kemalizmin Kafatası Safsatası!

Herşey, Afet İnan'ın Fransıca bir kitapta okuduğu pasajı Atatürk'e göstermesiyle başladı.Buna göre 'Türk'ün Yeni Ata'sı' ikinci sınıf insandı!
facebook-paylas
 Tarih: 07-12-2009 23:52:00

Kemalizmin Kafatası Safsatası!

ANALİZ MERKEZİ ÖN EK:

Atatürk'ün uşağı cemal granda anlatıyor kitabının 56. sayfasındaki kafa ölçüsü başlığına bakanların hakkında bir fikir edinebileceği araştırmalar...

1930 yılında ankara'da zamanın milli eğitim bakanı reşit galip elindeki bir makineyle herkesin kafasını ölçmektedir. ideal ırk için belirlenmiş kafa ölçüsü 81 ve üzeridir. devamını cemal granda şöyle aktarıyor:

"atatürk'ün başı ölçüldü ve 81 geldi...odadakiler sıraya girmişler başlarının ölçülmesini bekliyorlar. atatürk reşit galip'e "çelebi'ninkini ölç!" dedi. (...) başım ölçüldü 81 çıktı. sevinmeye başlamıştım. öyle ya atatürk'le aynı kafa ölçüsünü taşıyordum. fakat sevincim uzun sürmedi. atatürk:

- olmaz! o hayvan kafalıdır... bir yanlışlık olmasın, dedi.

neredeyse ağlayacaktım. alındığımı anlayınca gülmeye başladı. tekrar dalıma basarak:

-baksana çelebi'nin kafasına o melon kafanın benimkiyle ilgisi var mı? ... dedi."

(cemal granda'nın kitabının başında şöyle yazar: "büyük önder atatürk'e ithaf olunur...". granda da yanında çalışan pek çok kişi gibi atatürk'e hayrandır.)
 

...

Afet İnan, 1928′de Mustafa Kemal’e Türk ırkının sarı ırka mensup ve bu nedenle de ikinci tip insan olduğunu yazan Fransızca bir kitap gösterir. “Bu böyle midir?” diye sorar. Mustafa Kemal de “Hayır olmaz, bunun üzerinde meşgul olalım, sen çalış” der. Sonraki yıllarda Afet İnan ve Türk ırk çalışmalarının diğer isimleri Türklerin bozulmamış, hatta üstün bir ırk olduğuna dair kafatası ölçümlerinden tarih çalışmalarına, kan tartışmalarından burun boyu ölçmeye kadar pek çok “eser” ortaya koyarlar. Hâlâ bahsi geçen Türk Tarih Tezi bunun ana hatlarını oluşturur.

Ama bunlara geçmeden önce, ırkçılığın önceki yıllarda da yeni devlet elitinin ağzına ve bakış açısına yerleştiğini vurgulamalıyız. Dünyada bir tür “bilim” gibi pazarlanan ırkçılık, çoktandır Mustafa Kemal ve şürekâsının ağzındadır. Mustafa Kemal, daha 1926 yılında, Türk sporcularına hitaben bir konuşma yapmış-tır: “Bu kadar mühim olan spor hayatı, bizim için daha mühimdir. Çünkü ırk meselesidir. Irkın ıslah (iyileştirilme) ve küsayişi (ferahlığı) meselesidir. İstifası (ayıklanması) meselesidir ve hatta biraz da medeniyet meselesidir. (…) Türk ırkında mazinin meş’um (uğursuz), menfî (olumsuz), bîmânâ (anlamsız) izleri kalmıştır. (…) Yalnız görüyorsunuz ki, tarihlerde cihan hâkimi olmuş koskoca Türk milletine, bugünkü neslimiz varis olduğu (kaldığı) zamanda, bu koca milleti biraz zayıf, biraz hasta, biraz cılız bulmuştuk. Efendiler, gürbüz, yavuz evlatlar isterim.”

Mustafa Kemal’in bu “ırkî uyanmışlığı”nı niye alıntıladık? Bunu daha sonra biraz daha açacağız, ama özellikle 1930′larda Türkiye’de güçlenen faşist-otoriter eğilimlerin dünya konjonktürüne (İtalya, Almanya, SSCB vs.) bağlanarak, Ankara’nın aklanması çabalarını şimdiden engellemek için. Hatta bunun ötesi de var ama şimdi kaldığımız yerden devam edelim.

1920′lerin ikinci yarısından itibaren, Türkiye’de ırkçılık resmî kanallar yoluyla da giderek güçlenir. Elbette 1930′lar dönüm noktasıdır. Mustafa Kemal’in ismini, Öztürkçe diyerek Kamal yapan (Kamal, eski Türkçe’de güya “kale” demekmiş) ve devletin resmî dini olarak (evet, dini) Kamalizmi belirleyen bir anlayış egemen olmaya başlamıştır. Bu, Mussolini’den de Hitler’den de önce doğan bir eğilimdir. Devlet, tek millet, tek bayrak, tek dil, tek parti, tek şef tarzına doğru yönelmektedir.

“Türk’ün yeni amentüsü”
Biz, bu aranın ırkçı yönlerini koyacağız elbette. Devletin resmî dininin İslam olduğu ibaresi anayasadan çıkarıldığı yıl, 1928′de, “Türk”ün Yeni Amentüsü” başlıklı bir kitap yayınlanmıştır; Türk’ün yeni amentüsü devlet tapıcılığının ve milliyetçiliğin dinleştirilmesinin amentüsüdür: “Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklalini yoktan var eden Mustafa Kemal’e, onun cengaver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahid analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim. İyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, büyük milletimin medenî cihanda en büyük mevkii kazanacağına, hamaset destanlarıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordusunun birliğine ve Gazi’nin Allah’ın en sevgili kulu olduğuna kalbimin bütün hulusuyla şehadet eylerim.” Samsun milletvekili Ruşenî Bakır’ın, bundan iki yıl önce, 18 Ekim 1926′da çıkan “Din Yok, Milliyet Var” isimli kitabı Mustafa Kemal tarafından dikkatle okunmuş, kitaba notlar alınmıştır: “Bizim kutsal kitabımız, bilgiyi esirgeyen, varlığı taşıyan, mutluluğu kucaklayan, Türklüğü yükselten ve bütün Türkleri birleştiren ‘ulusalcılığımızdır’. O halde felsefemizde din kelimesinin tam karşılığı ulusalcılıktır. Ulusunu seven, ulusunu yükselten ve ulusuna da yanan insan, her zaman güçlü, her zaman namuslu ve her zaman onurlu bir insandır.” (M. Kemal’in bu paragrafa notu: “Aferin! Alkışlar.”) “Hangi ulusun yüceliği, Türklüğün ululuğu kadar tarihin bilinmeyen enginlerine uzanmıştır? Ve en nihayet hangi ulus ölürken Azrail’i tepelemiştir. Dünyada Türk olmak kadar onur mu var? Ve Türk olmak kadar ‘din’ mi var?” (M. Kemal’in notu: “Aferin, aferin!”)

Aynı yıllarda, okullarda okutulan ders kitaplarında da değişiklikler baş gösterir. Osmanlı tarihi gittikçe daha az yer kaplamaya başlarken Osmanlı öncesi Türk tarihi abartılarla yerini alır. Aslında bugün hâlâ bu tarz kitaplar okullarda okutuluyor; sadece, 12 Eylül darbesinin getirdiği Türk-İslam Sentezi nedeniyle Osmanlı tarihine o kadar kötü yaklaşılmıyor. Kemalist rejimin, aslında III. Selim’den başlayan modernleşme hamlesini sürdürdüğünü, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin programını büyük oranda uyguladığını bugün bilmememizin nedeni, Kemalistlerin bunu unutturmak istemesidir. Böylece, tüm bu olup bitenin Mustafa Kemal’in engin dehası ve çelik iradesinden kaynaklandığını sanırız. Sonra da İTC de alfabeyi Latin harflerine dönüştürmeyi tartışmış haberleri çıkınca da şaşırırız!

“Öz Türk olmayanların bir hakkı vardır: Kölelik”
Adliye Vekili (Adalet Bakanı) Mahmut Esat Bozkurt, 21 Eylül 1930′da Son Posta gazetesine şöyle bir demeç verir: “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türktür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.” Bozkurt, Kemalizmin ideologlarından biri olması nedeniyle önemli bir isimdir ve hâlen Medenî Kanun’u getiren adam, büyük bir hukukçu olarak devlet törenleriyle anılmaktadır. Bozkurt’un tek faşist-ırkçı çıkışı bu değil tabii; yeri geldiğince kendisinin kulaklarını çınlatacağız.

1929-1932 arasında oluşturulan Türk Tarih Tezi (ki bu tezin ayrıntılarına pek girmeyeceğiz) ve 1932′deki Dil Kongresi’nde sunulan Güneş Dil Teorisi, devletin ırkçı eğilimlerini gösteriyordu. 1932′de düzenlenen Tarih Kongresi ile Dil Kongresi, bu tezlerin sunulduğu yerler oldu. “Bilimsel” havası olan bu kongrelerde aksi fikir söylemek fiilen yasaktı; söyleyenler daha sonra bir hayli pişman oldular. Bunların 1936′daki tekrarları ise, tam anlamıyla faşist bir propaganda zeminiydi; kongreye doldurulmuş ortaokul öğretmenlerine genç beyinlere neleri aktaracakları tek tek anlatıldı. Biz, bu kongreleri değil, buralarda “sunulan” bazı “bilimsel” bildirileri anlatacağız.

Herkes Türk, hatta Lenin bile!
Ders kitaplarında baş gösteren değişikliklere biraz değinelim: Osmanlı neredeyse yok sayılmakla kalmamış, bugünkü gibi eski Türklere aşırı övgü yerleşmiştir. Tarih Kongresi’ne sunduğu “Orta Kurun Tarihine Umumi Bir Bakış” bildirisinde “Hunlar zannolunduğu gibi, Avrupa’da göçebe ömür geçirmiş bir kavim değildir; bilakis toprağa bağlanmışlardı, evlerde, köylerde ve şehirlerde otururlardı. Hun kralları en son modelde yaptırdıkları kaplıcaların taşlarını uzaklardan getirtecek kadar ince hisli idiler.” (Batı kompleksi ne kadar açık!) diye yazan Afet İnan’ın da aralarında bulunduğu kitap yazarları, Türk’ ün ırken üstün olduğunu her fırsatta anlatmaya başladılar. Bir ders kitabı olarak 1931′de yazılan Türk Tarihinin Anahatları kitabının neden yazıldığı şöyle açıklanıyor: “Milletimizin yaratıcı kabiliyetinin derinliklerine giden yolu açmak, Türk deha ve seciyesinin (karakterinin) esrarını meydana çıkarmak, Türkün hususiyet ve kuvvetini kendine göstermek ve milli inkişafımızın (gelişmemizin) derin ırkî köklere bağl olduğunu anlatmak istiyoruz.” Tarih kitabı mı, propaganda kitabı mı, buyurun, buradan yakın! Kitapta Türklerin her zaman yüksek medeniyet tesis etmiş olmalarından, ırk olarak karışıklığı sevmemelerinden bahsediliyor ve 1924 tarihli “Türkiye Tarihi” kitabından farklı olarak Türklerin devlet kurma yönündeki “ırksal yetenekleri”nden bahsediliyor. Bu kitap temel alınarak hazırlanan “Tarih” (1932; liseler için) ve “Ortamektep için Tarih” (1933) kitapları “Türklerde devletçiliği fıtrî (doğuştan gelen) bir kabiliyet” olarak açıklıyor, “Tarihin en büyük cereyanlarını yaratmış olan Türk ırkı, benliğini en çok korumuş olan bir ırktır” diyordu: “Tarihte daima göze çarpar bir birlik arz eden Türk ırkı daima hakim kalan bariz uzvi (organik) vasıflar ile dimağın (beynin) en kuvvetli mahsulü olarak müşterek lisanları ile, aynı zamanda bugünkü millet tarifine de en uygun büyük bir cemiyettir. Bütün tarihte böyle büyük bir ırkı, bir millet halinde görmek bilhassa zamanımızdaki insan heyetlerinin pek çoğuna nasip olmayan büyük bir kuvvet ve büyük bir şereftir.” Dünyadaki tüm halkların ırken Türk olmaları efsanesi, o zamanların ürünüdür. Bugün “Türk büyüklerini” rahatsız edecek şu iddia bile: (Rusya İhtilali:) “Ruslaşmış Bir Türk ailesinden gelen Lenin (asıl ismi Vladimir İlyiç Ulyanof) adlı bir adamın azim ve iradesiyle o ana kadar yalnız nazariyatta (teoride) kalan komünizmin hayatta tamamiyle tatbikatına (uygulanmasına) girişildi.”

M. Kemal: “Türk ırkı en güzel ırktır”
Bu yıllarda, devlet kanadında da ırkçı demeçler artıyordu: Mustafa Kemal, Keriman Halis’in 1932′de Belçika’daki yarışmada dünya güzeli seçilmesi üzerine Cumhuriyet gazetesine şu demeci veriyordu: “Bu güzel Türk kızımız, ırkının kendi mevcudiyetinde (varlığında) tabiî olarak tecelli ettirdiği güzelliğini, dünyaya, dünya hakemlerinin tasdikiyle tanıttırmış olmakla, elbette kendini memnun ve bahtiyar addetmekte haklıdır. (…) Şunu ilave edeyim ki, Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihî olarak bildiğim için, Türk kızlarından birinin dünya güzeli intihap olunmuş (seçilmiş) olmasını çok tabiî buldum. Fakat Türk gençlerine bu münasebetle şunu tahattür ettirmeyi (hatırlatmayı) lüzumlu görüyorum: Müftehir olduğumuz (Övündüğümüz) tabu giizelliğinizi fennî tarzda muhafaza etmesini biliniz ve bu yolda tekamülün mütemadi tahakkukunu (evrimin aralıksız olarak gerçekleşmesini) ihmal etmeyiniz.”

M. Kemal’in son cümlesi açıkça öjeniye (ırk ıslahı) çağrıdır. Bu yıllarda CHP ırk ve kalıtıma ilişkin konferanslar düzenlemekte, Ankara Halkevi’nin yayın organı Ülkü’de ırkın kuvveti üzerine makaleler yayınlanmaktadır. Genel olarak da bu konuda kitap ve makalelerin sayısı her geçen gün artmaktadır: Fahrettin Kerim Gökay, “Milli Nüfus Siyasetinde (Eugenique) Meselesinin Mahiyeti”, Ülkü, 1934; CHP Konferans Dizisi iginde E Kerim Gökay, “Irk Hıfzıssıhasında Irsiyetin Rolü ve Nesli Tereddiden (Yozlaşmadan) Korumak Çareleri”, 1940; Sadi Irmak “Milletlerin ‘Tereddi’ ve ‘Istıfa’sı (’Yozlaşma’ ve ‘Ayıklanma’sı)”, 1940.

Ders kitaplarında “ırk ıslahı”
Ortaokullarda ders kitabı olan 1934 tarihli Biyoloji ve İnsan Hayatı II isimli kitapta insan nüfusunun ırken iyileştirilmesi açıkça işleniyordu. Zaten kitaptaki başlıklardan biri “Irkın Islahı”dır. Öjeni “ilmî” açıdan anlatıldıktan sonra devam ediyor: Aşağı ırkla karışma bir kenara, kendi ırkı içinde bile zayıf ve kusurlu olanlar elenmeli; ruhî ve manevî özellikler maddî varlığın (sinir sisteminin bünyesi ve iç ifrazı guddelerinin [salgı bezelerinin] faaliyeti) bir türevidir; iyi soy ve kötü soy ayrımı vardır; yüksek meziyetleri ile toplumda yükselmiş insanların aile tarihleri incelendiğinde bu özelliklerin kalıtsal olduğu görülür; suçlu tipler ırsî ve aklî rahatsızlığı olan kişilerdir; bunlar toplumdan yalıtılmalı ve kısırlaştırılmalıdır. “Mensup olmakla iftihar ettiğimiz Türk ırkı dünyanın en iyi, en sağlam, en zeki ve en kabiliyetli ırkları arasında mümtaz (seçkin) bir mevki sahibidir. Hepimizin vazifesi, Türk ırkının aslî evsaf (nitelikler) ve meziyetlerini muhafaza etmek ve bu ırka layık fertler olduğumuzu her halimizle ispat eylemektir. Çünkü Türkiyemizin istikbali bugün böyle yaşayacak gençlerin ileride teşkil edecekleri ailelerle yetiştirecekleri yüksek kıymetli Türk zürriyetlerine (soylarına) dayanacaktır.”

Her ders kitabının bölüm sonlarında bulunan “Sualler” bölümündeki sorular ise şöyle: “Türk ırkının yüksek meziyetleri nelerdir? Türk ırkı hangi meziyetleri itibariyle başka ırklardan üstündür?”
Türk ırkının üstünlüğü sadece ders kitaplarında değildi. Artık her “bilimsel” çalışma Türklüğün iyi-liğine, üstünlüğüne gönderme yapıyordu. Dr. Reşit Galip, “Türk Irk ve Medeniyetine Umumî Bir Ba-kış” başlıklı bildirisinde, Türk ırkını şöyle tarif ediyor: “Uzun boylu, uzun, beyaz simalı, düz veya kemerli ince burunlu, muntazam dudaklı, çok kere mavi gözlü ve göz kapaklan gekik olarak değil ufkî açılan Türk” (Bir tek Mustafa Kemal uyuyor ama o da boydan kaybediyor!) ve bu nitelikleriyle “Türk, beyaz ırkın en güzel örneklerinden biridir”. Bunlar doğrudan ırkla ilgili çalışmalar ama dedik ya her bilimsel çalışmaya bir Türkçülük giriyor, mesela bakın, “Türk Ziraat Tarihine Bir Bakış” isimli (1938) kitapta, Ziraatin Yaratıcıları başlıklı birinci bölüm ve tarih öncesinde bitki ve sebzelerin anlatıldığı ikinci bölüm Türk Tarih Tezi’ne uygun tasarlanmıştır; üçün-cü bölümde Türklerin tarım ve gübre konusundaki tarihî katkıları ele alınıp, son bölümün başlığı “Atatürk Baş Çiftçi”dir!

Bu dönem, sadece kitaplarda bu şekilde yaşanmadı tabii. 1934′te çıkarılan İskan Kanunu, açıkça ırkçı bir kanundur. Kanunla ilgili Geçici Komisyon Raporu, kanunun niye çıkarıldığından şu şekilde bahsetmektedir: “Öteden beri Türk kültürüne uzak kalmış olanların ülkede yerleşerek onlara Türk kültürünü benimsetmek için devletin yapacağı işler bu kanunda açıkça gösterilmiştir. (..) Bu gibileri Türk kültüründe eritmek ve onlan Türk oldukları için daha sağlam yurda bağlamak yollarını bu kanun göstermiştir. Türkiye Cumhuriyeti devletinde, Türküm diyen herkesin bu Türklüğü Devlet için belli ve açık olmalıdır. Burada Devlet, hiçbir Türkün Türklüğünden bir soluk işkillenmek istemez. (s.5) “11′inci madde yurtta ‘dil, ekin, kan birliği’ temin etmek maksadıyla konan bir maddedir. (..) “Memleketin ekin ve kan birliğini temin edecek bu kısım çok önemli olduğundan bu hususta hükümeti kuvvetli salahiyetlerle teçhiz etmek (yetkilerle donatmak) lüzumlu görülmüş ve hükümete bu işlerde lüzumunda, toptan olmamak kaydıyla, göç ettirmek ve tabiiyetten de düşürmek yetkileri verilmiştir. (…) Yurt işlerinin birinci sırasında ve hatta bu sıranın da başında bulunan ‘dil, ekim ve kan birliğini temin işi’ her türlü mülahazaların (düşüncelerin) üstünde tutularak çok dikkat ve ihtimamla işlenmek en yüksek bir yurt borcudur.”

1934: Yahudilere saldırılar
Bu da çok şaşılacak bir durum değildi: Kemalizmin ideolojileştirilmesi çalışmalarını yürüten kadro dergisinde Burhan Asaf Belge, Nisan 1933′te şöyle yazıyordu: “Almanya’daki Yahudi aleyhtarlığı, umarız ki, bizimkilere bir ders olur. Türk kadar misafirperver olmak için, Türk kadar tarih içinde efendi millet olmuş olmak lazımdır. Fakat her misafirliğin sonu ya evdekilere karışmak yahut misafirliği uzatmamak değil midir? Bizim azlıklar, evdekilerine karışmasını şimdiye kadar hiç bilmediler. Fakat bundan sonrası için bunun samimi yollarını, biz göstermeden kendilerinin arayıp bulmaları şüphe yok ki hem onların hem bizim lehimizedir.”

Belge’nin bunları yazmasından daha birkaç gün önce, Almanya Üçüncü Reich’ı ilan etmiş, 20 Mart’ta ilk toplama kampını açmış ve 28 Mart’ta Hitler Yahudileri ve Yahudi mağazalarını boykot emri vermiştir. Belge’ninki gibi yazılar başka yerlerde de yayımlanıyordu; nihayetinde Ankara Yahudi cemaati Türkçe konuşma kararı aldı! Ama bu denemeler, Yahudileri kurtarmaya pek yetmemiş olacak ki, 1934′te Trakya ve Çanakkale’de Yahudilere yönelik saldırılar gerçekleşti. 21 Haziran 1934′te Çanakkale’de, 28 Haziran’da Kırklareli, Edirne, Keşan ve Uzunköprü’de neredeyse aynı anda başlayan saldırılarda Yahudilerin ev ve işyerleri yağmalandı, hahamlara saldırıldı, bazı tecavüz olayları yaşandı. Kalabalık kitleler ellerinde sopalarla Yahudilere saldırırken, polis Yahudilere derhal kentleri terk etme emri verdi. CHP’nin yerel örgütlerinin saldırılara karıştığı, vali ve müfettişlerin aktif veya pasif olarak (sessiz kalarak) saldırılara destek verdiği görüldü. 1934 saldırıları sonucunda bu kentlerdeki zengin ve yoksul Yahudiler ya ülke sınırlarına kaçtılar ya da İstanbul’a göçtüler. İlk anda 13 bin Yahudi’den 3 binin kaçtığı öğrenildi. Bu da ekonominin Türkleştirilmesi hamlelerinden biriydi.

1935 CHP programında faşizm
CHP’nin 1935 tarihli programının 50. maddesi Nazilere duyulan takdirin ifadesiydi: “Türk gençliği, onu temiz bir ahlâk, yüksek bir yurt ve devrim aşkı içinde toplayacak ulusal bir örgüte bağlanacaktır. Bütün Türk gençliğine şevk ve sıhhatlarını, nefse ve ulusa inanlarını besleyecek beden eğitimi verilecek ve gençlik, devrimi ve bütün erginlik şartları her yurdu korumayı en üstün ödev tanıyan ve onları, bu ödev uğrunda bütün varlıklarını vermeğe hazır tutan bir düşünüşle yetiştirilecektir. Bu ana eğitimin sonuç vermesi için Türk gençliğinin bir yandan düşünce, karar verme ve girişim kuvvetleri geliştirilecek ve öte yandan, gençlik, onu her zorlu işin başarılmasında tek unsur olan sıkı disiplinin etkisi altında çalıştırılacaktır. Türkiye’de spor örgütü de bu esaslara göre düzenlenecek ve yürütülecektir. Yapılacak gençlik örgütünün, üniversite, okullar ve enstitüler, halkevleri, toplu işçi kullanan fabrika ve kurumlarla yukarıdaki gayelere göre, iş ve yönet birlikleri düzenlenecektir. Yurda beden ve devrim eğitimi ile spor işlerinde biteviyelik (tekdüzelik) göz önünde tutulacaktır. Okullarda, devlet kurumlarında ve özel kurum ve fabrikalarda bulunanlar, yaşlarına göre, beden eğitimi ile uğraşmak yükümü altına alınacaktır. Spor ve beden eğitimi için lüzumu olan alan ve kurumlar meydana getirilecektir.”

Bu yıllar, devlet-parti bütünleşmesinin hız kazandığı yıllardır. Sadece ırkçılık anlamında değil, bedenin disipline edilmesi anlamındaki faşist hayaller, 1938 tarihli Beden Terbiye Kanunu ile hayata geçirilmeye çalışılır. Her gence (tıpkı askerlik gibi) beden terbiyesi zorunluluğu getiren bu kanunun uygulanmasında bazı aksaklıklar olsa da, döneminde çıkan en faşist kanunlardan biridir. “Zevk için kurulmuş” spor kulüpleri, “artık yurt müdafaası için” beden terbiyesi kanununa göre şekillendirilecek, askerî hiyerarşiyle işletilecek, belirli yaşlarda beden terbiyesi mükellefi olan gençler buralarda zorunlu olarak bedenlerini terbiye edecektir.

Binlerce çocuk ve yetişkin üzerinde kafatası ölçümleri
Ankara Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi, ırkçı antropoloji çalışmalarının sürdürülmesi için tesis edilmişti. 1935′ten sonra bu yöndeki çalışmalar alıp başını yürümüştür. Özellikle kafatası ölçülüyordu ama bunun dışında kollar, bacaklar, boy, burun vs. de ölçülerek çalışmalar yapılıyordu ki buna “antropometri” deniyor. Örneğin, 1935′te “morfolojik ve bilimsel kişiliğini araştırmak” amacıyla Mimar Sinan’ın mezarı açılmıştı! Daha 1930′da “Türk kadın ve erkeğinin mukayeseli sefalometresi (kafa-ölçümü) hakkında bir muhtıra” ve “Câni kafalarının kaidei kıhf zaviyeleri (açıları) noktai nazarından (bakımından) incelenmesi” başlıklı “araştırmalar” yayınlayan Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu’nun “Anadolu ve Rumeli Türklerinin antropometrik tetkikleri. Birinci muhtıra: Boy ve gövde nisbetleri (oranları)”; “Kız ve Erkek Türk Çocuklan Uzerinde Antropometrik Araştırmalar” (1939); Doç. Dr. Nermin Aygen’in “Türk Beyinleri Üzerinde İlk Antropolojik Araştırmalar” (1941) ve “Türk Kafalarının Zaviye Kıymetleri (Açı Değerleri) Üzerine Bir Tetkik” (1939); Muine Atasayan’ın “200 Türk Kafatası Üzerinde Alın, Duvar, Kafa Kemiklerinin Büyümeleri ile Kafa Karinesi Arasındaki Rabıtalar Hakkında Bir Not” (1939); Nebile Gökçül’ün “Ankara İsmet Paşa İlkokulu Talebelerinden 422 Kız ve Erkek Türk Çocuğu Üzerinde Antropometrik Araştırmalar ve Neticeleri” (1939); Naciye Çınar’ın “Ankara Devrim İlkokulu Talebelerinden 433 Kız ve Erkek Üzerinde Antropometrik Bir Tetkik ve Neticeleri” (1939); Kemal Güngör’ün “Denizli Mıntıkası Yörükleri Üzerinde Antropolojik Bir İlk Tetkik ve Neticeleri” (1939) başlıklı çalışmaları ornek olarak sıralanabilir. Özellikle ilk ve ortaokul yaşındaki gençlerin üzerinde bol bol kafatası ölçtüklerini görüyoruz. Türk kafatasının (batılılar gibi) brakisefal olduğunu ispatlamak için bir hayli araştırma yapılmış. Çocuk kafatasları henüz oturmadığı ve kraniyometreler (kafatası-ölçer; pergelden hallice bir alet) hangi açıdan alırsanız ona göre sonuç vereceği için Türk ırkının Avrupa ahalisinin ırkıyla aynı olduğunu ispatlamaları pek zor olmamış! Ancak en büyük kafatası ölçüm hamlesi, 1937′de tam 64 bin kişi üzerinde yapılan kafatası anketi oluyor. Mustafa Kemal’in de teşvikiyle yapılan bu ölçüm, o zamana dek (ırkçı Almanya da dahil olmak üzere) dünyada yapılmış en kapsamlı araştırmadır.

Yıllar 1940′lara yaklaştıkça, bu araştırmalar azıtıyor ve kan araştırmaları artıyordu. Dr. Nurettin Onur “Kan Grupları Bakımından Türk Irkının Menşei (Kökeni) Hakkında Bir Etüd (Araştırma)” isimli çalışmasında, kan gruplarının A ve B olarak ayrıldığı eski dönemlerde A grubunun beyaz ırkta, B grubunun ise negroit (karaderili) tipte yoğun olduğunu “tespit” edip 3729 Türk kanı üzerinde yaptığı araştırma sonucunda A grubunun Türk ırkında daha yoğun olduğunu “buluyor”. Böylece, “Türk ırkı, A tipini Avrupa’ya getiren ana köktür” diyor!

“Çürüklere de sen yetersin, senden nesle lüzum yok demeliyiz”
Cumhuriyet gazetesinin Nazi propagandası yaptığı yıllarda, Kemalist rejimin elitleri de ırkçı-faşist düşlerini yayıyorlardı. CHP’nin Genel Başkanlık Kurulu’nun (Genbaşkur) Mustafa Kemal ve İnönü’yle birlikte üçüncü üyesi, yani rejimin üçüncü önemli adamı Recep Peker, kelimenin tam anlamıyla İtalya ve Almanya hayranıdır, CHP’nin 1931 ve 1935 programlarını yazmıştır, “Türkiye Cumhuriyeti bir parti-devletidir” demiştir ve bizzat yazdığı İnkılap Dersleri kitabında Türk tarihini “Türk ulusunun kanındaki yücelik”e bağlar, Osmanlı’nın çöküşüyle ilgili olarak “bozulması mümkün olmayan tek bir şey, Türk kanı, bütün bu gürültüler içinde temiz kalmıştı” diye yazar, Osmanlı’nın küllerinden Türk ulusunun doğuşunu “kan vaziyeti” ile açıklar. Cumhuriyet gazetesi Hitler’e övgü yazılarıyla doludur. Sporun büyük ismi Selim Sırrı Tarcan, faşist sporun disiplin hareketlerini Türkiye’ye çoktan ithal etmiştir. Bakırköy Akıl Hastanesi’nin kurucusu Ord. Prof. Dr. Mazhar Osman Uzman, öjeniyi savunuyor ve CHP’nin halk konferanslarında bu yönde konuşmalar yapıyordu: “Birçok cepheden yapıya muhtaç vatanı da soyu bozuklarla doldurmak, darülacezeler (düşkünlerevi) bîmarhane (şifaevi) ve hapishaneler için nesil yetiştirmek de hiç şayanı temenni (dilemeye yaraşacak şey) değildir. Onun için sağlamları çoğaltmağa teşvik ve mecbur etmeliyiz, çürüklere de sen yetersin, senden nesle lüzum yok demeliyiz.” (1939). 1942′de Başbakan Şükrü Saracoğlu “Bizim için Türklük kültür olduğu kadar kan meselesidir” dediğinde pek itirazla karşılaşmamıştır. Dönemin dünyadaki genel otoriter ikliminden etkilendiği açıktır. Ama kendisinin de bazı gelişmeler konusunda üretici olduğu da açıktır. Bakın Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilâli kitabında, bu konuda ne diyor: “Zamanımızın bir Alman tarihçisi, gerek Nasyonal Sosyalizmin ve gerek Faşizmin Mustafa Kemal rejiminin az çok değiştirilmiş birer şekliden başka bir şey olmadıklarını söylüyor. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki, kökleri halktadır. Türk milleti piramide benzer - tabanı halk, tepesi yine halktan gelen başıdır ki, bizde buna şef denir. Şef, otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka bir şey değildir.” Bu kısa fa-şist manifesto, dönemin Kemalist yönetici seçkinlerinin faşizmle olan akrabalıktan nasıl da memnun olduklarını gösteriyor.

Irkçılığın soyu sopu: bok çukuru!
Cumhuriyet, 6 Eylül 1938
Türkiye, İkinci Büyük Savaş’ın çoğunda Almanya, İtalya ve Japonya’nın başını çektiği Mihver Devletleri’ne yakın pozisyonda olmak kaydıyla tarafsız kalmıştır. Bu dönemde ırkçı-turancı akım ve kişiler ya desteklenmiş ya da bunlara yol verilmiştir. Yönetici elitin içindeki pek çok isim Nazi Almanyasıyla ideolojik ve ticarî anlamda da yakınlık kurmuştur. Savaş dönmeye ve Müttefik Devletlerin kazanacağı anlaşılmaya başladığı zaman, Türkiye devleti de ırkçılığa karşı mesafe koymaya başlar. 1944′te meşhur Türkçü-ırkçı isimler yargılanırlar (SSCB ile yakınlaşma dönemi), ama bunlar da savaş sonrasında ABD-SSCB arasında filizlenmeye başla-nan yeni dengede ABD’den yana tutum alınınca serbest bırakılırlar. Türkiye 1945′te göstermelik olarak Müttefik Devletler tarafında savaşa girer; zaten savaş da bir süre sonra biter.

Devletin resmen örgütlediği, desteklediği, teşvik ettiği ırkçı çalışmalar 2. Büyük Savaş’tan sonra durulur. Bundan sonrası ayrıca ele alınacak bir konu elbette. Ancak, Hrant Dink’leri vuran Ogünler, Malatya’da misyonerlere saldıran gençler ortaya çıktığında, “Aaa, bu nasıl oldu?” diye şaşkınlık numaraları yapan iktidarlara ve onların propagandistlerine “Pek inandırıcı değilsiniz” demek için yazıyoruz bunları. Cumhuriyet, hem ırkçı hem de faşist uygulamaları hiç de küçümsenmeyecek kadar çok ve sistemli bir şekilde gerçekleştirmiştir. Dünyadaki diğer ulus-devletlerin tarihi gibi, kanlı bir tarihe sahiptir. Azınlıklara “Ya kölemiz olun ya da def olun” yollu yazıların yazıldığı, “Türkçe Konuş!” dayatmalarının yapıldığı, iş başvurularında “Türk ırkından olmak” şartının arandığı, başbakanının “Türklük meselesi kan meselesidir” dediği, genç yaşlı, çoluk çocuk on binlerce insanın kafataslarının, kol-bacak uzunluklarının ölçüldüğü, ders kitaplarında “üstün Türk ırkı”nın anlatıldığı Türkiye’de, Ogünlerin çıkmasına şaşırmak ne demek?! Alçakların son sığınağı milliyetçiliği elindeki her aygıtla pompalayan iktidarların, geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında yazarak, çi-zerek, sürerek ve öldürerek ürettikleri ırkçı-kanlı iklim, bugün estirilen faşist-kafatasçı rezilliğin tarihidir. Eğer ırkçılar bir soydan, zürriyetten, kalıtımdan bahsedeceklerse, kendi soy sopları aynı bok çukurunda ortaklaşmaktadır. Hayır, biz, “A, bu ırkçılık nereden çıktı?” diye şaşırmıyoruz, köklerini biliyoruz, hayatın ve özgürlüğün düşmanını tanıyoruz. Bu yazıyı da sadece onları tanıdığımızı ve bu kanlı aşağılık tarihi unutmadığımızı göstermek için yazdık: Başınızın dikliği, sadece boğazınıza kadar bok çukuruna batmış olmanızdandır.

kaynak: yüzde 52 dergisi

Fatih Tezcan / AnalizMerkezi.com

Etiketler

  YORUMLAR YORUM YAP | 0 Yorum
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  DİĞER Ekonomi Haberleri
  • BUGÜN ÇOK OKUNANLAR
  • BU HAFTA ÇOK OKUNANLAR
  • BU AY ÇOK OKUNANLAR
Kaliteli elit escort bayan profilleri ile birlikte güvenle beraber olabileceğiniz mecidiyeköy escort kadınlarını bulabilirsiniz. Buna yakın olan esenyurt escort reklamlarınada bakmayı unuttmayın.

bursa escort bayan görükle bayan escort

bursa escort görükle escort

  HAVA DURUMU
GAZETEMİZ
  ANKET Tüm Anketler
Web sitemize nasıl ulaştınız?
  NAMAZ VAKİTLERİ
nöbetçi eczaneler
  HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI