bursa escort - escort bursa - bayan escort - escort bayan

bursa escort - escort bursa - bayan escort - escort bayan

bursa escort - bursa escort - bursa escort - escort bursa - escort bursa -
izmit escort şişli escort istanbul escort anadolu yakası escort bayan
Bugun...
SON DAKİKA

Post-Modernizm Bir Şirk Kültürüdür

Yazar Abdurrahman Arslan: 'Post-Modernizm bir şirk kültürüdür. Bunun başka bir ifadesi yoktur İslam'da. Buna sosyoloji literatüründe pagan kültürü diyorlar.'
facebook-paylas
 Tarih: 25-09-2009 12:27:00

Post-Modernizm Bir Şirk Kültürüdür

 

 

 

 

 

 

İçinde yaşadığımız hayatı ve onun oluşturduğu yaşam tarzının kodlarını kemal-ı ciddiyetle düşünemezsek eğer -ne yaşadığımızı hiçbir zaman öğrenemeden hayat bitecek- hayat akıntısına kapılmaktan kurtulamayız. Bulunduğumuz halin, sosyolojik, siyasi ve felsefi gerçekliği vardır. Meseleyi tek boyutlu irdelemek çoğu kez yeterli olmaz! Hercümerç olan bu düşünsel ve psikolojik vasatta doğru hayatı inşa etmenin zorluğu ortada…
Düşünür ve Sosyolog Abdurrahman Arslan ile bu sorunlarımızı konuştuk. Umarım okuyucularımıza faydalı bir söyleşi olmuştur…
Abdurrahman Bey, Pınar yayınlarından çıkan son kitabınız “Sabra Davet Eden Hakikat” temelde iki zihnin tutumunu öne çıkarıyor. Birincisi; Batılı paradigmanın ortaya çıkardığı bir zihni tutum, ikincisi; daha çok vahye dayalı Müslüman bir zihin. Ben size şu soruyu yöneltmek istiyorum; Türkiye’de yaşayan Müslümanların zihni Müslüman’ca düşünmeye müsait midir? Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Tabii ki bir kişisel kanaat olarak günümüz Türkiye’sinde yaşayan Müslümanların Müslüman’ca düşünmeye zihinleri fazla müsait değildir. Bence burada ki temel yanılgılardan bir tanesi, Türkiye’deki Müslümanlar, Müslüman olmanın aynı zamanda da Müslüman’ca düşünmenin garantisi olduğuna inanmalarıdır. Oysa bu kişisel görüşüme göre büyük bir yanılgıdır. Ama bu durumu farklı coğrafyalardaki diğer Müslümanlar içinde söz konusu edebiliriz. Unutmamak lazım ki Müslüman dünya bu nedenden dolayı aynı zamanda tarihinin en büyük gerilimini bu gün yaşamaktadır.
Yani Müslüman olmak Müslüman’ca bir düşünceyi beraberinde taşımıyor diyorsunuz?
Evet taşımıyor. Bu, şu demektir; bizim Müslüman olmaklığımız ile bizim şuur halimiz ya da muhayyilemiz, İslam’ın dediği bağlamlar içerisinde düşünemiyor demektir. Bunun birçok sebebi vardır. Sebepler üzerinde ayrıca konuşulabilir. Bundan dolayı sözlü bir ifade olarak da, kalbi bir tasdik olarak da Müslüman olduğumuzu söylüyoruz. Fakat zihnin işleyiş biçimi, olayları algılama, müzakere etme ve oradan netice çıkarma biçimi, İslam’ın paradigmasının ön gördüğü bağlamlar içerisinde cereyan etmiyor. Bundan dolayı da ortaya çıkan sonuç çoğu zaman bu paradigmadan biraz uzakta ve kopuk neticelere varıyor.
Bunun sebepleri üzerine kitapta daha çok platonik zihni ve onun günümüz yansımaları olan numen fenomen akımlarını gündemleştiriyorsunuz. Fenomeni daha çok beden üzerinden temellendiriyorsunuz. Bunun Türkiye’deki yansıması ve Türkiye’nin siyasal, sosyal ve toplumsal yapısına yönelik açılımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Benim orada söylemeye çalıştığım şey şu idi; dünya geneline hâkim bir kültür var ortada ve bu medya ile birlikte tedavülde tutulmaktadır. Buna küresel kültür diyelim ya da post-modern felsefi bakış açısı diyelim. Bu kültürün hakim özelliği bence, platonik bir karaktere bürünmüş olmasıdır. Ancak şu da var ki, batılı düşüncenin ya da kültürün platonik karakteri hiçbir zaman kaybolmamıştır. Farklı olan, günümüzde bunun çok ağırlıklı bir hal almaya başlamış olmasıdır. Bundan dolayı da dünya genelinde platonik aklın, platonik bir bakış açısının giderek daha hâkim bir hale büründüğünü kişisel gözlemlerime dayanarak düşünüyorum. O yüzden de Müslümanlar doğal olarak bu kültürden etkileniyorlar. Etkilendikleri için de ister istemez, çok farkında olmadan bu platonik kültürün dünyasından olaylara bakmaya çalışıyorlar.
Burada özellikle sekizinci, dokuzuncu yüzyıl Yunan çevirileri var, bir de 16. ve 17. Yüzyıl itibari ile de batılılaşma söz konusu, her ikisinde de bir ikilem söz konusu; beden ve ruh ayrımı. Kitapta da dikkatimi çekti, bir yaşam tarzının inşasını siz beden üzerinden tanımlıyorsunuz. Bu bedene kattığınız anlam nedir?
Ben, Batı felsefesini de göz önüne alarak konuşuyorum. Demek istediğim şuydu; modern dönem genel olarak fiziksel dünyanın, dış gerçekliğin değiştirilmesi üzerine odaklanmış bir dönemdir. Nihayetinde modernite fizik dünyanın gerçekliğini kendi istediği gibi değiştirmeyi amaçlamış bir akılla dünyaya baktı. Onun insan, tabiat ve tanrı anlayışında dış gerçekliği modern insanın arzu ettiği şekilde değiştirip, yeniden şekillendirme talebi vardır ve ona göre bir amaç güder. Ondan dolayı da modern bilginin temel karakteristik özelliği dış gerçekliği değiştirmeye yöneliktir. Bu da gerçekliğin bilgisi elde edilirse o zaman da bu gerçekliği, yani nesnel gerçekliğin değiştirilebileceği ilkesini temel almıştır kendisine. Bundan dolayı da modern bilgi eşyanın gerçekliğinin bütünü ile kavranabileceği kabulü üzerine kuruludur ve bunu da yapabilecek olan akıldır. Oysa günümüzde, evet bir yere kadar dış gerçeklik değiştirildi. Çünkü klasik dönemdeki felsefenin görevi dünyayı yorumlamak üzerine kurulmuştu. Fakat Marks’ın da ifade ettiği gibi modern dönemden itibaren felsefenin görevi artık dünyayı yorumlamak değil dünyayı değiştirmektir. Nitekim modern anlayışın da temeli, dünyayı kendi tahayyülü içerisinde yeniden şekillendirmektir. Ben diyorum ki; 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren bu durum biraz değişmeye başladı. Artık dış gerçekliğin değiştirilmesi meselesi ikinci planda kalmaya başladı. Şimdi yeni bir durum ile karşı karşıyayız. O da gerçekliğin içsel dünyasının değiştirilmesi meselesidir. Bu da en somut ifadesini gen mühendisliğinde bulmaktadır. Burada bunu platonik aklın okuma biçimi olarak nitelendirmenin mümkün olacağına inanıyorum. Gerçekten de platonik aklın dış gerçekliği ihmal edip özleri kavrayış çabasına baktığımızda gen mühendisliği bize bunu hatırlatmaktadır. Nesnel dünyanın fiziksel form anlamındaki değişimi ertelenirken bunun yerine özellikle canlı dünyaya yapılan gensel müdahalelerle onu içsel şekilde değiştirip düzenleme dönemini yaşıyoruz. Onun için günümüzde genlerine müdahale edilmiş yiyecekler var, hayvanlar var, ağaçlar var. Bunların, varlığı platonik bir şekilde okumanın bize getirdiği neticeler olduğu kanaatini taşıyorum. Elbette ki bunun kültürel, siyasal, felsefi yansımaları, şekillendirmeleri olması kaçınılmazdır. Zaten toplumsal hayatta da vuku bulan değişimler böyle bir özellik taşıyor.
Modernitenin doğaya müdahale ettiğini kitapta da dile getirmişsiniz ama post-modernitede özellikle yeni okuma biçimi ile toprağa bağımlı bir üretim biçiminden, tabiri caizse laboratuara bağımlı yeni bir üretim biçimine geçiş yapmak isteniyor. Bu durumun sosyal olaylara yansımasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Önce bu neyi değiştiriyor?
Platonik aklın devreye girmesi ile birlikte üretimin mantığında bir değişiklik oluyor. Toplumsal ilişkilerimizin mantığında bir değişiklik oluyor. Dolayısıyla da şimdiye kadar anladığımız klasik demokrasinin işleyiş mantığında da bir değişiklikle karşı karşıya geliyoruz. Bu platonik aklın sosyal hayattaki yansımalarına baktığımızda bunları görebiliyoruz. Dolayısıyla öncelikle klasik anlamdaki üretim biçimi nihayetinde tarla/toprak ile fabrika arasındaki bir ilişkiydi. Fakat bu ilişki kanaatime göre ciddi bir kırılma yaşayarak şimdi laboratuar ile toprak arasında ki bir ilişkiye dönüşmeye başladı. Üretimin rahmi toprak olmaktan çıktı, laboratuara geldi. Bu da gensel müdahale ile olan bir hadise. Bizim varlığımızı sürdürmemize yardım eden beslenme zincirimizin rahmi artık tarla olmaktan çıkıp laboratuar olmuştur. Biz üretilecek şeyin miktarına, cinsine, onun nitel ve nicel bütün özelliklerine artık laboratuarda karar veriyoruz. Bunu da varlığı platonik bir akılla okuma biçimi olarak vasıflandırıyorum. Bunun yanında aynı zamanda da bu mantık bizim toplumsal ilişkilerimizde bize bir değişiklik getiriyor. Burada klasik toplum kavramı ve o topluma ait ilişkiler dünyası artık kırılıyor. İlişkiler çok daha hedefe bağlı ve anlık ilişkilerdir. Hedefe vardıktan sonra o ilişkiler ortadan kalkıyor. Yani ilişkilerde, dolayısıyla değerlerde bir süreklilik söz konusu değil. Bu, Müslüman muhayyilede ahiret bilincini ve vefa duygusunu hızla aşındırıyor. Dolayısıyla da burada kişilerin giderek daha fazla kendisini toplumdan ve insanlardan yalıtmasını öne çıkartmasına yardım eden yeni sosyal ilişkiler türü oluşmaya başlıyor. Yani artık bir bağlılık biçimi yok. Ondan dolayı söz gelimi bu süreçlerde bir vefadan, dinin söylediği komşuya, akrabaya olan sorumluluktan artık bahsedemiyoruz. Çünkü onlar sürekliliği gerektiren ilişki türüdür.
Peki, interneti, sinemanın gelişmesini, cep telefonlarının yaygınlaşmasını bu platonik aklın tezahürü olarak yorumlayabiliriz miyiz?
Benim kanaatime göre, eğer platonik akıl, platonik bakma biçimi olmasaydı; resim de olmazdı, sinema da olmazdı. Uzun yıllar boyunca Müslümanların resme karşı gösterdikleri olumsuz tavrı biraz da ben platonik akla gösterilen tavır olarak görüyorum. Her ne kadar günah kategorisi içerisinde açıklanmaya çalışılmış olsa bile -ki öyle olduğu da söylenebilir- Esas burada önemli olan Müslüman muhayyilenin resim karşısındaki olumsuz tavrın, onun taşıdığı platonik kökenle ilgili olmasındandır. Çünkü platonik akıl varlık ile görüntüsünü birbirinden ayıran bir bakma biçimi ile beraber gelir. Oysa Müslüman muhayyile, varlığı onun görüntüsünden ayırmayı düşünmez. Çünkü o zaman bugün yaşamakta olduğumuz gibi sizi alır sanal bir dünyaya götürür. Biz eğer bugün sanal bir dünyadan bahsediyorsak bu platonik aklın getirdiği bir olgudur. Bu yüzden ben bu aklın ve onun meyvelerinin İslam’a çok uygun olduğunu düşünmüyorum.
Burada aslında beden ile birlikte arzuyu çok fazla değerlendiriyorsunuz. Beden ve arzu ilişkisi üzerine neler söyleyeceksiniz?
Niçin beden gündeme geldi. Çünkü hakikat kaybolmuşsa, platonik akıl bize hakikatin idea dünyasında olduğunu söylüyor. Bu bir bakıma dünyanın bir gerçekliğinin olmadığının ilanı sayılır. Post-Modernizm’de Contingency dediğimiz bir kavramla “olumsallık” diye tercüme ediliyor. Ama bence yanlış bir tercümedir. Karşılığı tam da bu değildir. Bu, hiçbir şey pozitivizmin dediği şekilde bir sebep-sonuç ilişkisi içinde cereyan etmiyor demek anlamına geliyor. Aynı zamanda da modern anlayışın gerçeklik anlayışının iflası demektir. Bu, gerçeklik yok demektir. Peki, gerçeklik yoksa o zaman biz gerçekliğe nasıl yaklaşacağız? Bireysel boyutta bunun karşılığı olan gerçeklik şudur, insanın hissettikleri ve arzu ettikleridir. Hiçbir şey insanın arzu ettiği kadar insana gerçek görünemez. Çünkü arzu, insanın bizzat beden olarak deneyimlediği bir şeydir. Böyle olunca ne olacaktır, gerçekliğin kaynağı, hakikatin kaynağı giderek bedene dönüşecektir. O yüzden bedenin epistemolojiye dönüşmesinin getirdiği bir şey olarak buradadır. Her bedenin kendi deneyimi, kendi gerçekliğidir. Bu anlamda bir evrensel gerçeklikten bahsetmek artık mümkün değildir. Bedenin, gerçekliğin kaynağını temsil etmiş olması birinci dereceden tabii ki bedenin önemini öne çıkarıyor ve artık burada bizim bilgi dünyamız kapalı bir dünyaya dönüşmüştür. Bu şu demektir: Bizim dış dünya ile olan hakikati arayışımız bitmiş demektir. Hakikat bedende ve bedenin söyledikleri ise dış dünyadadır. Aslında biz sadece bedene ve söylediklerine açığız. Böyle olunca da bizi kapalı bir dünyaya dönüştürmüş olmaktadır. Bu aynı zamanda da bedeni birinci dereceden kamusal alanda önemli hale getirmektedir. O yüzden benim söylediğim şey şu; beden bir mahremiyet alanı olarak artık evi terk ediyor. Yeni yuvası kamusal alandır. Zaten günümüzün kamusal alanının bu kadar önem taşıması ile bedenimizin önem taşıması arasında bence çok önemli bir ilişki vardır. O yüzden de kamusal alana yapılan her müdahale aynı zamanda da bedene ve insanın özgürlüğüne yapılmış bir müdahale olarak anlaşılmaktadır. Bu, şu demektir; kamusal alan aslında giderek beden arzularının icra edildiği, karşılandığı kutsal teşhirin söz konusu olduğu bir alan haline dönüşüyor demektir.
Arzu özellikle dışarıdan dolayımlı bir tetikleme ile harekete geçiyor diyorsunuz. Bu da Batılı özgürlük anlayışının temelini akla getiriyor. Ben, bir şeyi algılayarak yapamıyorsam, bana dışarıdan empoze edilen bir şeyi arzuluyorsam, bunun özgürlükle bağını nasıl kuracağım?
Arzularımız bizim özgürce elde ettiğimiz şeylerdir. Hayır, artık öyle bir şey yok; bu düşünce eskide kaldı. Platonik bir dünyada, platonik araçlarla yani medyayla birlikte artık arzu, hem yaratılmaktadır, hem de yönlendirilmektedir. Kapitalizm zaten bunu uzun zamandan beri yapmaktaydı. Nasıl yapmaktaydı? Kapitalizm yalnızca üretimde bulunmuyor. Aynı zamanda da bir ihtiyaç üretiminde de bulunuyor. Metayı üretmekle beraber aynı zamanda da onu talep edecek bir ihtiyaçta üretiyordu. Medya araçları ve reklamlar vasıtası sayesinde. Tabii ki böyle olunca da bizim arzularımızda bedenin otantik arzuları olmaktan çok dışarıdan yaratılan ama bedenin arzularıymış gibi algıladığımız bir nitelik kazanıyor. Bu durumda da siz otomatikman dışarıdan yani platonik aklın araçları ile manipüle edilen bir varlık haline geliyorsunuz. Böyle bir kültürün içinde yaşayan Müslümanların sağlıklı düşünmelerini beklemek bence çok safdillik olur. Dolayısıyla da böyle bir ortamda ben Müslüman’ım diyeceksiniz ve Müslüman’ca düşünüyorum diyeceksiniz, bence bu ispatı çok zor bir iddia olacaktır diye düşünüyorum.
Burada özellikle, Müslümanların ahlaki yozlaşmaları, Ramazan ayı dolayısıyla Sultanahmet ve Eyüp’te görülen daha çok iftara dayalı bir anlayış, yani oruca ya da teravih namazına değil de iftara dayalı bir anlayış ortaya çıktı. Geçenler de yaşanan sel felaketinde insanlar yağma yaptılar. Orada bir dram var, fakat insanlar orada ganimet var deyip onu ele geçirmeye çalışıp hırsızlık yapıyorlar. Toplum, yağma toplumuna dönüşüyor. Bütün bunların da aslında bu düşünüş biçimi ile bağını kurmak yanlış mı olur?
Hayır doğrudur. Tüketim toplumunda yağma olmayacaktır diye bir kural yoktur. Tam tersine yeteri kadar tüketmeyen insanların yağmaya eğilimli olduklarını söylememiz mümkün. Niçin? Çünkü sürekli platonik toplumda zihnen uyarılmaktadırlar. Doğal olarak yağma kaçınılmaz bir durumdur. Zira bu bir talep olarak ortaya çıkıyor. Ramazan ayı, yiyip, içilen eğlenilen bir aya dönüştü. Bu ne demek? Demek ki hepsi beden ile ilgili, bedenin arındırılması ile ilgili değil ya da nefsin terbiyesi ile tezkiyesi ile ilgili değildir. Artık öyle bir şey yok. Demek ki Ramazan ayı, sadece yeme-içmeden müteşekkil bir ay. Zannediyorum üç-beş yıl sonra bu çok muazzam bir yiyip/içme, eğlence ayına dönüşecektir. Bence bu yeni sinyalleridir. Beden ve arzuların öne çıkması, tüketim meselesi ile ortaya çıkıyor. Bu da eğlence kültürünü besliyor. Çünkü bunlar bedenin arzu ettiği şeylerdir.
Bunların aslında Müslüman’ca olmadığını, Dinin, emir ve nehiylerine aykırı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu tabii ki biraz önce dediğim gibi bir algılama meselesi. Siz eğer İslam’ı anlayışınızı, görünüş olarak, kılık/kıyafet olarak anlıyorsanız, Ramazan ayını da bir şeyler yememek olarak algılıyorsanız, geri kalan şeyleri yapmanız size çok normal gelir. Gelin görün ki iş sizin gördüğünüz gibi değildir. Bunu açıkça söylemek gerekirse; Ramazan ayı herkesin sıklıkla söylediği gibi açların halinden haberdar olmak değildir. Tam tersine insanın kendi nefis tezkiyesini bizzat kendisinin yapması demektir. Nefsi ile baş başa kalması demektir. Bugün artık böyle bir algı yoktur.
İçinde yaşadığımız, hayatımızı sürdürdüğümüz yaşam tarzının kendisi Platonik aklın oluşturmuş olduğu bir yaşam tarzıdır. Bir Müslüman olarak bu yaşam tarzının içerisinde Müslüman’ca yaşamamız mümkün müdür?
Bunu söyleyebileceğimizi sanmıyorum. Platonik bir dünyada Müslümanların hayat tarzını sürdürmeleri mümkün değildir. Fakat platonik bir dünyanın Müslümanlar için cazip bir tarafı vardır. Spiritüalizm’i çok tolere eder. Hatta bence tasavvufu bilmeyen bazı akıldan nasibini almayan tasavvuf tarihçilerimiz de bunu böyle zannetmektedirler. Tasavvufla Platonizm arasında tabii ki benzerlikler vardır. Hayatın içindeki herhangi bir düşünce ile olan benzerlikler kadar benzerlik vardır. Onun dışında başka bir benzerlik yoktur. Ama insanlarımız öyle algılıyorlar. Bu yüzden yeni bir “maneviyatçılık” gelişiyor, yeni bir dindarlık söz konusudur.
Sonuç olarak Müslümanlar kendi yaşam tarzlarını oluşturmalılar. Sizce bu yaşam tarzını hangi koordinatlara bina etmeliler, hangi temel ilkeleri hesaba katarak Müslüman’ca bir yaşamı öne çıkarabilirler ve bu platonik yaşam tarzından uzak durabilirler?
Herkes Müslüman’ca yaşam tarzından bahsediyor. Ama bunun nasıl olacağı üzerinde konuşmuyor. Biz önce yaşam tarzından ne anlıyoruz? Bizim yaşam tarzı algımız nedir? Yaşam tarzı dediğimizde biz neye işaret etmek istiyoruz? Bence bunlar çok önemli şeylerdir. Bakarsanız Allah’ın yarattığı bütün insanların bir yere kadar ortak bir yaşam tarzını paylaştıklarını söyleyebiliriz. Dindar ya da dinsiz, geçmişte yaşamış ya da Afrika’daki herhangi bir kabile insanının bile ortak bir yaşam tarzını paylaştıklarını söyleyebiliriz. Herkesin bir aile hayatı vardır. Hayatın bu ortak “form”ları hepimizi benzer kılar. Yaşam tarzı derken kişisel olana vurgu yapmak istedim, hayat tarzı da derken bizim bütün bir toplum olarak, insanlar olarak içinde yaşamımızı sürdürdüğümüz o hayat evrenini kastettim. Aslında hayat tarzı, toplumun/insanın içinde bulunduğu uzamı teşkil ediyor. Biz farkına varmadan o hayat tarzının içerisinde yaşamımızı sürdürüyoruz. Dolayısıyla o hayat tarzı bizim yaşamımızı etkiliyor ve şekillendiriyor. Kişisel tercihlerde bulunarak zannediyoruz ki biz kendimize göre bir yaşam tarzı sürdürüyoruz. Ya da öyle bir tercihte bulunduğumuzu varsayıyoruz. Fakat öyle değil! Hayat dediğimiz o uzamın bizzat kendisidir. Bizim yaşam tarzımız onun içerisinde yer alan bir durumdur. Biz olmasak da o varlığını sürdürüyor. Biz ölüp gidiyoruz ama o devam ediyor. Çünkü kişiler tarafından oluşturuluyor ama kişilerden bağımsız bir varlık alanına sahip. Burada bence temel özellik, bizim sosyal ilişkilerimizin mahiyeti ile ilgilidir. Ben yaşam tarzının değiştirileceği ya da nasıl olacağı üzerine konuşacaksam, birinci derecede bizim gerçekleştirdiğimiz sosyal ilişkiler bağımızın niteliği ile ilgili bir meseledir bu derim. Biz eğer onun niteliğini, İslam’a ve sünnete bağlı bir şekilde kurmazsak, ona bu kaliteyi sağlamazsak, diğerleriyle benzer bir yaşam tarzı haline gelir. Mevcut yaşam tarzını eğer değiştirmek istiyorsak, o ilişkilerin tabiatına o niteliği katmamız gerekir. Burada da bence en büyük imkân ‘sünnet’tir diye düşünüyorum. Ancak onun sayesinde hâkim hayat tarzının işleyiş diyalektiğini Müslüman’ın lehine çevirmek mümkün olabilir.
İslam düşüncesinde Tasavvuf bir imkân sağlar mı?
Tasavvufun bence bize iki önemli imkân sunacağını düşünüyorum. Birincisi Müslüman’ın kirlenmiş zihnini temizleyecektir ki Müslüman’ca düşünmemizin imkânı oluşsun. Bunu iyi anlamamız gerekir. İkincisi ise; biz de bir cemaat duygusu ya da cemaat olabilecek ilişki bağını kurmamıza yardımcı olacaktır. Bugün her şeye rağmen tasavvufun kurmuş olduğu cemaatlerin önemi hem inkâr edilemez, hem de gerçekten de insanların modern dünya karşısında bir direnme ve bir korunak imkânı sunuyor. İşin bir de böyle bir tarafı vardır. Dolayısıyla da burada tasavvufun bir kişiye sunduğu imkânlar, onun zihnini ve nefsini temizlemesine yardım edecektir. İkinci husus ise bunun tabir-i caizse de sosyolojik bir tezahürü olacaktır. O da cemaat olma şartlarını bize kazandıracaktır. Ondan dolayı önemsiyorum.
Son olarak bu eleştiri üzerine çok duruyorsunuz. Bu platonik ahlakın özellikle post-modernizm döneminde eleştiriyi tekelleştirdiğini ifade ediyorsunuz? Bu eleştirme mantığı içerisinde Müslüman da bundan etkileniyor. Dolayısıyla bu, tarihe yaklaşımımızda, İslami ilimlere yaklaşımımızda, eleştiriyi yeniden nasıl tanzim etmemiz lazım?
Burada aslında iki husus vardır. Birincisi; eski Greklerden gelen modern aklın karakteristik özelliğinin eleştirel niteliğidir. Ben onun için sık sık şunu söylüyorum: Eleştiri modern aklın imanıdır. Eğer o eleştiriyi yapmazsa iman zafiyetine tutulduğunu düşünür. Batılı aklın paradigması içerisinde eleştiri, her zaman olumlu olarak anlaşılmıştır. Hakikati bulmanın anahtarı olarak düşünülmüştür. Ama insanların eleştirilmeyecek değerleri de vardır. Eleştirinin bir boyutu budur. İkinci boyutu ise; post-modern dönemde, özellikle de son dönemlerde karşılaştığımız bir durum var: Hakikatin olmadığını söyleyen ve gerçeğe yaklaşmak için her şeyi eleştirinin konusu yapmamız gerektiğini söyleyen bir anlayış vardır. Bu Popper’ci anlayıştır. Dolayısıyla Karl Popper ile birlikte eleştiri, bu defa hakikati bulmanın aracı olarak yeniden gündeme geldi. O yüzden de bu eleştirinin temel özelliği, her şeyi kamusal alanda eleştiriye açması meselesidir. Burada hakikati elde etmek yoktur ama eleştiri bizi hakikate yaklaştırır mantığı vardır. Hakikat görecelidir. Yani yoktur hakikat. Bu eleştiri bizi hakikate yaklaştırmaktadır. Bundan dolayı da toplumların her şeylerini, mahremiyetten kutsalına kadar, rasyonel olandan en irrasyonel olanına kadar, her şeyin eleştirilebileceği, aklın nesnesi haline getirilebileceği düşüncesi, günümüz kültüründe yaygın hale getirilmektedir. Onun için televizyonlarda her şey tartışmaya açılmaktadır. Bunu özgürlük olarak anlıyoruz biz. Dikkat edilirse burada bizim yeni özgürlük algımızda da bir farklılaşma söz konusudur. Aslında iş başka bir boyutu itibariyle öyle değildir. Bu Popper’ci gerçeğin getirdiği yeni bir durumdur. Burada şu vardır; bizim hakikatimiz beden bağımlı olmadığından, yani hakikati dışsal bir kaynaktan edindiğimiz için eleştirinin dışındadır. Şunu söylemek istiyorum: her şey eleştirinin nesnesi yapılamaz. Eleştiriyi de eleştirecek hakikatlerimiz vardır bizim. Bu, aklın aslında kendisine haddini bildirmektir. Ben buna akıl da demiyorum. Bu nefse haddini bildirmektir. Dolayısıyla da biz burada her şeyi tartışmayız. Bizim düşünülemez olan şeylerimiz vardır. İşte bu da tam da iman dediğimiz şeydir. Bizim onu tartışmaya açmak istemeyişimiz imanımızın eksikliğinden dolayı değildir. Bizim hakikate duyduğumuz saygıdan gelir, bu başka bir şey.
Bu yaşananlara İslami terminoloji açısından baktığınız zaman hakikati parça parça yapıp hakikati putlaştırdığınız zaman aslında şirk koşmuş oluyorsunuz. Yaşadığımız şeyi aslında şirk psikolojisinin total bağlamda bir yaşam tarzını inşa etmesi olarak yorumlayabilir miyiz?
Bence bu kültürün temel karakteristiği, eğer İslami terminoloji içerisinde söyleyeceksek bu bir şirk kültürüdür. Post-modernizm bir şirk kültürüdür. Bunun başka bir ifadesi yoktur İslam’da. Buna sosyolojinin literatüründe pagan kültürü diyorlar. Bu açıdan baktığımızda Müslümanlar günümüzde iki tür pagan kültürü ile karşı karşıyadırlar. Birincisi, doğuya ait bir pagan kültürü, ikincisi ise batıya ait bir pagan kültürü söz konusudur. Bu batıya ait pagan kültürü önümüze post-modernizm olarak gelmektedir. Söylemeye çalıştığım yeni pagan kültürü karşısında biraz teyakkuz halinde olmamız gerektiğidir, hepsi o kadar.
Abdulaziz Tantik / Özgün Duruş Gazetesi
Etiketler

  YORUMLAR YORUM YAP | 0 Yorum
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  DİĞER Teknoloji Haberleri
  • BUGÜN ÇOK OKUNANLAR
  • BU HAFTA ÇOK OKUNANLAR
  • BU AY ÇOK OKUNANLAR
Kaliteli elit escort bayan profilleri ile birlikte güvenle beraber olabileceğiniz mecidiyeköy escort kadınlarını bulabilirsiniz. Buna yakın olan esenyurt escort reklamlarınada bakmayı unuttmayın.

bursa escort bayan görükle bayan escort

bursa escort görükle escort

  HAVA DURUMU
GAZETEMİZ
  ANKET Tüm Anketler
Web sitemize nasıl ulaştınız?
  NAMAZ VAKİTLERİ
nöbetçi eczaneler
  HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI