bursa escort - escort bursa - bayan escort - escort bayan

bursa escort - escort bursa - bayan escort - escort bayan

bursa escort - bursa escort - bursa escort - escort bursa - escort bursa -
izmit escort şişli escort istanbul escort anadolu yakası escort bayan
Bugun...
SON DAKİKA

KEMALİZM’İN KÜRT KANADI: ABDULLAH ÖCALAN VE PKK

 Tarih: 30-11--0001 00:00:00
Fatih Tezcan
GİRİŞ

‘Türk Modernleşmesinin Mimarı’ olarak lanse edilen Kemal Atatürk’ün ve ‘Kürt Direniş Hareketi Lideri’ kisveli Abdullah Öcalan’ın, ‘Hazreti Muhammed ve İlk Vahiy’ konularına hangi açıdan baktıklarını tavzih etmeye çalışacağız.


Bizi buna teşvik eden, her iki lidere bağlılıklarını defaten iddia ve ispat eden iki askeri yapının, Tsk ve Pkk’nın, İslam’ın şehadet, infak, kurban ve hatta vatan sevgisi kavramlarını tüketesiye kullanmaları olmuştur.

Türkiye’de bir asırdır kurulan Kemalist baskı o boyutlardadır ki, Yalçın Küçük, Abdullah Öcalan’ın Kemalist olduğunu defaten vurgularken, Abdullah Öcalan Roj Tv’deki konuşmalarında Mustafa Kemal’e övgüler yağdırırken dahi şu makalenin içeriğine benzer bir fikir beyanı genelde söz konusu olamamaktadır.

<!--[if !vml]--><!--[endif]-->

Yazının muhtevasının hassasiyeti ve bağlamın genişliği, yazının uzunluğunu da etkilemiştir ama çok net ifade edebiliyorum ki her iki liderin ve hatta Tsk ve Pkk’nın, dinle ilgili yaklaşımlarının kırkta birini dahi buraya almadım.

Ve bu başlığın altının esasen bir kitap konusu olduğunu hatırlatmam sanırım yazının çok da uzun olmadığını izah için yeterli olacaktır.
Maksadım, reddedilemez bilgi ve belgeler üzerinden inkâr edilemez hakikatleri ortaya koymaktan başka bir şey değildir.



İslam’ın tanımını, “Allah’ın, kulu ve resulu Muhammed aracılığıyla inzal ettiği Kur’an’ın ışığıyla, insanlığa olabilecek en ideal standartları indirdiği din” olarak betimleyen bir halka, dini terimlerle yaklaşan iki askeri gücün kurucu ve rehber liderlerinin, ‘vahiy, peygamberlik ve ilah olgularına’ bakışlarının, önemsiz kişisel görüşler olduğunu iddia etmek,  indirgemeci bir perdeleme çabası değilse hakikatlere ulaşmayı hedeflemeyen safdil bir boş vermişlik olabilir.


Mesele her ne olursa olsun, problemlere yaklaşım tarzının,


a.Problemi inkar etmeme

b.Problemin çözümsüzlüğünü kabul etmeme
c.Problemin çözümüne dair mantık yürütürken, gidilebilen en derin köklere inme ve
d.Çözüme dair düşünce silsilelerini açıklamada ve uygulamada herhangi bir çekinceye yer vermeme

şeklinde olması gerektiği görüşümüze istinaden, bu konuda da her kesimden tepki alabilecek bir noktaya temas etmekten imtina etmedim.

Açıkçası ‘objektif kaldım’ gibi bir izaha gerek duymakta zorlanıyorum, zira her iki ‘liderin’ de görüşleri olabilecek en açık ve net halindedir.

Ne ki, kargaların ötmesi bülbüllerin susturulması demektir.


İslam’ın temel kavramlarından, zulm, hakikatin zorla bağlamından kaydırılması demektir.


Hakikatleri söyleyen bülbüller, Türk ve Kürt Kemalist kargalarca susturulduğundan beri görüntü ve gürültü kirliliğimiz eksik olmamıştır.


Kemal Atatürk’ün başta dindarmış gibi görünerek halkın tüm zinde güçlerini kullanmayı istediği ama gücü tamamen ele geçirdiğinde ‘gerçek yüzünü’ gösterdiği gerçeği, artık sadece İslami medya ve camiada değil, ulusal basında da biraz ‘inceldiği yerden kopsun’ refleksiyle biraz da ‘balçıkla sıvanamayan güneşin’ yeniden doğmaya başlamasıyla işlenmek durumunda kalan bir olgudur.


Abdullah Öcalan için ise TSK içinde dahi ‘Marksist-leninist-ateist‘ ve hatta ‘Allahsız-Kâfir vatan haini’ propagandaları yapılırken yazımıza konu olan karşılaştırmaya asla müsaade edilmemesi ve hatta birkaç kesim dışında hemen hiçbir halk grubunun bunu akla dahi getirmemesinin nedenleri profesyonel siyasal bilimcilerin, psikologların ve sosyologların alanlarına giren bir konu olsa gerektir.


PRAGMATİZM: JAKOBEN MODERNİSTLERİN SÜNNETİ


‘Modernleşme’ denen olgunun bizatihi kendisi yapısal bir takım tartışmaları davet etmekle beraber, modernleşme-din ilişkisine gelindiğinde münazaralar asla eksik olmamıştır.


Bu tartışmalarda, modernleşme taraftarlarının, dini, modernleşmenin önünde bir engel olarak görmeleri, mücadelenin bu kanadının pragmatizm’i stratejik bir araç olarak kullanmasında başrolü oynamıştır.


Biraz daha açarsak,

Modernistler,
Dinin barındırdığı a priori’leri,
-insanların inanç ve ihtiyaç dünyalarındaki yerlerinin anlaşılması ve tartışılması gereken fenomenler değil-
Mutlaka aşılması gereken barikatlar olarak görmüşler ve de dinin bu a priori’lerin tartışılmasını engellediği dezenformasyonuna (bilerek veya bilmeyerek) yenik düşerek (ve düşürerek)
‘dinle beraber veya dinin içinde veya din yardımıyla’ çözüme ulaşmayı hedefleyen bir optimizasyon içine değil,
‘Din ve dindarlar’ hakkında psimist,
Dolayısı ile ‘halk’ hakkında elitist,
‘Meselelere genel bakış’ anlamında ise Sekülerist veya laik,
Ve icraatlarını yapmalarında ‘karşılarında’ bulunan ‘dinci bağnaz kafalılar’ın kaçınılmaz engellemelerine ‘çare’ olarak da zaman zaman Makyavelizm’e ve hatta faşizan Vandalizm’e dek gidebilen ‘pragmatist’ bir görünüm içine girmişlerdir.

TÜRKİYE’DE MODERNLEŞME VE PRAGMATİZM


Ülkemize gelecek olursak,‘Türk Modernleşmesi’ olarak da ifade edilen sürecin mimarı Kemal Atatürk’ün “Hissiyatımın babası Namık Kemal, fikriyatımın babası Ziya Gökalp’tir” sözü konumuza ışık tutan önemli kilometre taşlarındandır.


Üzerinde ittifak edilen diğer bir konu, Türk Modernleşmesi’nin oluşumunda Mustafa Kemal’in Auguste Comte’den etkilenmesinin ne kadar büyük bir önem arz ettiğidir.


Biz buna Atatürk’ün Fransız İhtilali’ne duyduğu sempati üstü hissiyatını da eklediğimizde ortaya bir de Napolyon Bonaparte gölgesi çıkmaktadır ki konuyla alakalı olarak, Fikret Başkaya’nın ‘Paradigma’nın İflası’ adlı eserindeki ‘Bonapartist Rejim’ tanımlamasını buraya almayı kâfi buluyoruz.




Başta ‘nev’i şahsına münhasır pozitivist fikriyatına’ duyduğu güven olmak üzere birçok sebepten dolayı, yaşadığı topraklarda din’in etkisini minimalize etmeye çalışan Atatürk, sosyal hayattan tecrid edilmiş individualist bir din projesini tatbik etmeyi ‘vatanı kurtarmaktan daha mühim bir vazife’ telakki etmiştir.


Yaşadığı dönemde olduğu gibi günümüzde de bazı akademisyenlerin, yüksek mevkilerdeki askeri görevlilerin ve devlet erkânının zaman zaman ‘tanrı’ zaman zaman ‘peygamber’ güzellemeleriyle andıkları Mustafa Kemal Atatürk’ün, İslam peygamberi Hazreti Muhammed Mustafa hakkındaki görüşleri,

her ne kadar Kemalist ideologlar tarafından bazen ‘Komunizm korkusu’ bazen ‘halk desteğini kaybetmekten çekinen populist bir refleks’ ama genelde, Kemalizm’in lokomotif stratejisi olan ‘pragmatizm’ icabı toplumdan saklansa da,
bu ifadelerin el yazısı ile kaleme alınmış olması ve ‘Atatürk’ün olmayabilir’ kuşkusu ile laboratuarlarda defaten analiz edilmesi ve sahibinin Osmanlı Devleti’ni yıkarak yerine Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran insan olduğunun şüpheye yer vermeyecek sarahatte ortaya çıkması,
Kemalist ideolog Munis Tekinalp’in (Mois Cohen) Türk’ün yeni dini olarak belirlediği Kemalizm’in Mustafa nam bu mimarının ‘rakip peygamberi’ Muhammed Mustafa ve risaleti hakkında ne düşündüğüne açıklık getirmektedir.

ATATÜRK VE İSLAM’A BAKIŞI<!--[if !vml]-->
<!--[endif]-->


1932 senesi Lise Tarih derslerinin 2. sınıflara hitab eden kitaplarında Atatürk’ün Hazreti Muhammed hakkındaki görüş ve yorumlarına şu haliyle tanık olabiliyoruz:


“MUHAMMED\'İN PEYGAMBERLİĞİ


Muhammed\'in peygamberlik vazifesine nasıl başladığını izah etmek en nazik ve en müşkül meseledir. Muhammed’in bir melek ile ve Allah ile hakikaten konuşmuş olduğu kanaatinde bulunanlar olduğu gibi, Muhammed\'in, isteyerek böyle söylediğini de ileri sürenler olmuştur.

Bu faraziyeleri bir tarafa bırakmak ve meseleyi ilim ve mantık çerçevesi içinde müteala etmek daha doğru olur. Kuran\'da öğrendiğimize göre, Muhammed hiç değişmeden yaşamış bir insan değildi; oda  hayat ve hadiselerin zaruri icapları karşısında adeta her gün değişmiştir. Muhammed, iptida allahın resulüyüm diye ortaya çıkmamıştır; bunu düşünmemiştir. Bu düşünce, senelerce mücadele ettikten ve fikirlerini neşreyledikten sonra kendisinde hasıl olmuştur.
Asıl meselenin hal noktası şuradadır: Bütün iptidai kavimlerde olduğu gibi Araplarda da, şairlerin akıl erdirmedikleri kuvvetlerden ilham aldıklarına inanılırdı. Bu kuvvetler Araplar için Cinler idi. Cinler, güya kahinlere de gaipten haber vermek kudretini ilham ederdi. Bu nevi itikatlar Arabistan\'da her zaman o kadar canlı ve derin olmuştur ki Muhammed dahi cinlerin vücuduna samimi olarak inanmıştır.
Hakikaten cinlerin şairlere şiir ilham ittiğine kani idi. Muhammed\'in İsa ve Musa dinlerine dair öğrendikleri de bu itikadını kuvvetlendirmiştir. İsa\'ya atfolunan mucizelerin çoğu cinleri tardetmekten ibarettir. Muhammed dahi bütün cinleri habis ruhlar gibi telakki etti. Ve onları şeytanlarla bir tuttu.

Fakat Muhammed diğer taraftan tabiat fevkinde bir kuvvetin ilhamlarına maruz kaldığına inandı. Muhammed ilhamlarını cinlerden almadığı ve fakat cinlerden yüksek olan allahtan aldığını söyler. Bu sebeple Kuran ayetlerinin manzum değil mensur olduğunu delil gösterir.


Muhammed başlangıçta her halde şedit bir heyecana maruz oldu. Bir takım dini endişeler ve vicdani mülahazalarla samimi surette üzüldü. Muhammed namuskar, samimi ve menfaat fikrinden ari  olarak ortaya atıldı. Onun gayesi ırkdaşlarının ahlak ve dinini ıslah etmekti.


İLK VAHİY


Muhammed\'in peygamberliğinin başlangıcına dair bir çok eski rivayet vardır. Bunlar artık efsanelere karışmıştır. Hakikatte peygamberin ilk söylediği Kuran ayetinin ne olduğu malum ve belki de mazbut değildir.Kuran sureleri Muhammed\'e açık semada peyda olmuş bir şimşek gibi günün birinde, birdenbire bir taraftan inmiş değillerdir. Muhammed\'in beyan ettiği sureler uzun bir devirde dini tefekkürlerinin mahsulü olmuştur. Muhammed bu surelere birçok çalıştıktan ve tetkikler yaptık tan sonra edebi bir şekil vermiştir. Mama fi kendisini tahrik eden batıni amilin yukarda söylediğimiz gibi tabiatın üstünde bir vücut olduğuna kani idi.


Muhammed\'i harekete geçiren bir amil samimi heyecanlar olmuştur. Muhammed daha sonra irticalen dini hitabede bulunan bir vaiz oldu. Vaizlikten nebiliğe, nebilikten de nihayet allahın resulü haline geçti.

İçinde yaşadığı insanların manevi menfaati için ve büyük bir hakikat namına mücadeleye atılmış olan Muhammed, sonunda dini bir imparatorluğun mutlak reisi ve bütün dünyaya hakim olmak iddiasını besleyen muharip bir dinin müessisi sıfatı ile ömrünü bitirdi. Bu iki netice münhasıran Muhammed in kendi manevi ve fikri kuvvetinin mahsulü idi.
Muhammed\'in neşrettiği din, insanların kalplerinde derin bir ihtizaz uyandırdı. O ölüp gittiği halde on üç asır sonra hala islamiyetin kalplerde ihtizaz husule getirmekte olduğu his olunuyor.Bu harikanın sebebini araştırırken yalnız Muhammed\'in şahsı üzerinde durmak kafi değildir.

Başka unsurları da nazarı dikkate almak lazımdır. O unsurlar, mevzuu bahs olan adamın faaliyet sahasını teşkil eden kavmin halleridir. Her halde içtimai heyet Muhammed\'in ilk telkinlerini bati bir tekamül ile tadil ve tevsi etmiştir

Bu iddiaların gayesi Arabistan\'da Muhammed\'den evvel dini bir hareket mevcut olduğunu ispata çalışmaktır. Yani Muhammed kendinden evvel bir dini hareket sahiplerinden istifade etmişti,ve o hareketi benimsenmiştir denmek isteniyor. Bu fikir tarihi bir esastan mahrumdur. Hakikatte cenubi Arabistan\'ın bazı mahdut havalisi hariç olmak üzere orta ve şimali Arabistan kabileleri arasında dini bir  tekamül hareketinin ufak izleri bile yoktur. Peygamberden evvel putperestliğin haricinde bir allah tanıyan din ve mezhep saliklerini Hanif namı altında yad ederler. Bunları Muhammed\'in selefleri ve İslamiyet fikirlerinin ilk naşirleri gibi gösterirler.

Bu Hanif kelimesi enasıl Arapça değildir. Bu kelime İbrani, Arami ve Süryani lisanlarında hemen hemen aynı manada olmak üzere mevcuttur. İbrani ve Arami lisanlarında Hanif kelimesinin manası "Allahsız, dinsiz", Süryani\'deki mana ise "murdar"dır. Bu manalar daha sonraları "yalancı, mürai" ve nihayet  "müşrik" manasına tahavvül etmiştir.


Muhammed tarafından bu tabire verilen esaslı mana " bir ve hakiki allaha tapan kimse" gibi görünüyor. Muhammed Kuranda Hanif kelimesini oniki defa, yani altı defa Mekki surelerde ve altı defa da Medeni surelerde kullanmıştır. bunların sekizinde Hanif tabirini İbrahim milletini yahut İbrahim dinini tasvir ve tarif için kullanmıştır.


Hakikatte Muhammed\'in ilham aldığı ihtimali olan, bu uydurma selefler değildir. Bu ilham vericiler  Arabistan\'ın Hıristiyanlığı kabul eden sekenesi arasında da değildi. Bunları Yahudiliğe meyleden kimseler arasında aramak lazımdır.”


Harfiyen alıntılanan bu satırların arasından bir pasajı önemine istinaden ayrıca buraya almayı uygun buluyoruz:


“Kuran sureleri Muhammed\'e açık semada peyda olmuş bir şimşek gibi günün birinde, birdenbire bir taraftan inmiş değillerdir. Muhammed\'in beyan ettiği sureler uzun bir devirde
dini tefekkürlerinin mahsulü olmuştur. Muhammed bu surelere birçok çalıştıktan ve tetkikler yaptık tan sonra edebi bir şekil vermiştir. Mama fi kendisini tahrik eden batıni amilin yukarda söylediğimiz gibi tabiatın üstünde bir vücut olduğuna kani idi.”

Bu bilgilere ulaşmak herhangi bir kütüphaneye gitmekle mümkün olabildiği gibi, halen Ergenekon tutuklusu olarak Silivri Cezaevi’nde bulunan Doğu Perinçek’e yakınlığıyla bilinen Kaynak Yayınları, bu ifadeleri içermesiyle önem arz eden kitabı ‘tıpkı-basım’ tekniğiyle yakın zamanda yeniden piyasaya sürmüştür.

Yerimizin darlığı, ifadelerle ilgili yorum yapmayı muhal kılmaktadır.


‘Asırlardır Allah’tan geldiğine inandığı İslam Dini’ne ve bu dinin alimleri olduğu iddiasındaki insanların ürettikleri hurafelere göre yaşayan zavallı halkın genç evlatlarına seslenmenin bir yandan zorluğu bir yandan sorumluluğu’ vehmiyle kaleme alındığı anlaşılan ifadelerin satır aralarındaki ateizm, anlaşılmak için üst düzey bir önseziye ihtiyaç bırakmasa da, üzerinde çalışmakta olduğumuz kitapta, M.Kemal Atatürk’ün nezaketle bağdaştırmakta zorlanılacak denli Hazreti Muhammed ve İslam karşıtı görüşleri de yer bulacaktır.


Tekraren ifade etmek gerekirse, biz, Atatürk Cumhuriyeti’nin bilimsel üniversitelerinin laboratuarlarında tetkik ve tahlil edilmelerine rağmen, üzerinde, Atatürk’ün olmadığına dair en ufak bir kuşku bulunmayan ve Kemalizm’in ideologlarından sayabileceğimiz manevi evladı Afet İnan’ın da aktardığı el yazılarını, şimdilik, Atatürk’ün Kur’an ve İslam’a bakışı konusunu aydınlatmaya yeterli buluyoruz.


ABDULLAH ÖCALAN VE İSLAM’A BAKIŞI

Mezopotamya topraklarının Misak-ı Milli sınırlarında kalan kısmında yaşayan Kürtler’in mezhebi Şafii’dir.


Güneydoğu insanının hemen tüm yaşamını biçimlendiren bu sistem, Hazreti Muhammed’in tüm sözlerinin Allah’ın sözleri olduğu iddiasındaki(Bkz. Er Risale, Vahy-i Gayrı Metluv) İmam Şafii’nin vaz ettiği bir konseptdir.


En zayıf hadislerle dahi amel edilmesini ön görebilen bu konsepti benimseyen halk, hadisler bir yana Kur’an’ın dahi Allah’tan değil ‘Muhammed’in uzun bir devirde dini tefekkürlerinin mahsulü’ olmasından söz eden Kemalizm’in kurucusuna ve takipçilerine ‘en büyük ayak bağı’ olma gibi bir ‘bedbahtlığa’ girmiştir.


Başta Şeyh Said olmak üzere Mustafa Kemal’in ölümüne kadar tanık olduğu bir düzineden fazla isyan buna iyi bir misaldir.


Karşılaştığı engelleri aşmada, çözüme giden yolu açmada pragmatizmi kullanmayı olmazsa olmaz gören Kemalizm’in son otuz senede ‘Güneydoğu Halkı’nın Sekülerizasyonu Projesi’ni uygulamaya soktuğunu görmek şaşırtıcı değildir.


Bu projenin baş sorumlusu olarak atanan isim Abdullah Öcalan nam, Kemalist üniversitede eğitim almış, Kemalist devletin memuru olarak vazife yapmış, eşinin babası Mit’de albaylık yapmış bir isimdir.


Biz bu noktada aynı noktaya dikkatleri çekecek ve ‘Kürt direniş örgütü’ profili çizen Pkk adlı yapının 8 kurucusunun yarısının 1979’da Diyarbakır Cezaevi’nde kendisini yakmasından sonra geriye kalanlarının başına geçmesi pek zor olmayan Öcalan’ın, İslam peygamberi Hazreti Muhammed hakkındaki görüşlerini, “Din Sorununa Devrimci Yaklaşım” adlı kitabından alıntılarla paylaşacağız:


“...MUHAMMED İLK ÇIKTIĞINDA TİCARET YAPTIĞINDA BUNLARLA TEMAS KURAR. YAHUDİ TÜCCARLARINI TANIR VE YAHUDİ TÜCCARLARIN NE KADAR İNSAFSIZ OLDUĞUNU GÖZLEMLER... DEMEK Kİ MUHAMMED İKİ DİNİ DE KABUL EDEMEZ. ÇÜNKÜ TİCARİ ÇIKARLARINA KARŞIDIR...”


“...MUHAMMED \'\'BEN YALNIZ ARAPLARIN PEYGAMBERİYİM\'\' DEMEZ; ÇÜNKÜ BU O ZAMANKİ KOŞULLARA DENK GELMEZ. YİNE, İSA\'\'BEN TANRIYIM\'\' DİYOR. BU NEDENLE MUHAMMED KENDİ KENDİSİNİ TANRI DA İLAN EDEMEZ. YAPMASI GEREKEN EN UYGUN ŞEY NEDİR. GELENEKLERE DE DAYANARAK, KENDİSİNİ TANRININ ELÇİSİ; BÜTÜN İNSANLIĞIN PEYGAMBERİ İLAN EDER. HEM DE EN SON PEYGAMBER! BU TEZ GÜNÜN KOŞULLARI AÇISINDAN SON DERECE GERÇEKÇİ VE DEVRİMCİDİR.”


“...KILICA GERÇEKTEN ÇOK SIKI SARILIR. O ZAMAN KILICIN ROLÜNE BAKALIM; KILIÇ ÇEKİLDİ Mİ EL-AMAN DİLENİR, HERKES KILICIN KORKUSUYLA İMANI TANIR... KILICIN ROLÜ VARDIR. İDEOLOJİNİN ROLÜ VARDIR...”


“...ÖLÜMÜ BİR TÜRLÜ KABUL ETMEYEN İNSANIN CENNET VE ÖBÜR DÜNYA TASARIMI DA MUTLULUK İÇGÜDÜSÜNÜN HAYAL ÂLEMİNDE TATMİN OLMASIDIR...”


“....ONLARIN TEMEL GÖREVİ İSLAMİYETİN YÜCELİĞİNİ, ALLAHIN YOLU OLDUĞUNU HERGÜN TEKRARLASALAR DA-SOSYAL GERÇEKLİĞE VE MİLLİ GERÇEKLİĞE MUAZZAM BİR ŞOVENİST DAYATMADIR. TARİH BUNUN ENGİN ÇABALARIYAL DOLUDUR. KÜRTLERDEKİ DİN ADAMLARININ DA GÖREVİ BUNDAN ÖTEYE DEĞİLDİR...”


Her iki liderin, Hazreti Muhammed ve İlk Vahiy ile ilgili görüşleri ardı ardına okunduğunda karşılaşılan tablo çok ilginçtir.


‘Özendiği öğretmenin veya kitabından bir şeyler aşıracağı yazarın engellenemez etkileyiciliğinin psikolojik baskısı altında kaldığı izlenimi veren ifadelerinde Abdullah Öcalan’ın, yarım asır önce kaleme aldığı satırlarda görüşlerini serdeden Mustafa Kemal Atatürk ile ideoloji ortaklığını saklayamadığı açıkça görülmektedir.


SONUÇ: ABDULLAH ÖCALAN VE PKK’NIN, KEMALİZM’İN ‘DOĞU’NUN DİN’DEN UZAKLAŞTIRILMASI’ PROJESİNDEKİ ROLÜ


Her iki liderin yakın çevresinin de birbiriyle nasıl uyum içinde olduğunu anladığımızda,

Kemalist diktatoryaya isyan maskesi takan Pkk’nın, pragmatist Kemalizm’in, Şafii Güneydoğu Halkı’nın zor kullanılarak ve adeta gizlice dinden uzaklaştırılması çözümünde kullandığı stratejik bir enstrümandan başka bir şey olmadığını ifade etmemizin önünde hiçbir engel kalmamaktadır.

Abdullah Öcalan’ın emriyle, ‘cahil ve dinci halka’, seksenli yılların ortalarında, sarı-kırmızı-yeşil’in yeşilinin ‘İslam’ın yeşili’ olduğunu empoze etmeye çalışan üst düzey Pkk militanlarının şimdilerde adı konulmamış bir ‘gönüllü Zerdüşt misyoner birliği’  profili içerisinde bölgede pan-Zerdüştist propagandalar yapmaları, ücretsiz Avesta’lar dağıtmaları verilebilecek yüzlerce örnekten sadece birisidir.


Bütün bunlarla beraber, her şeyden habersiz Kürt Halkı’nın Pkk’ya verdiği desteğin ‘denize düşenin yılana sarılması’ deyimiyle açıklanmasından başka bir yolunun olduğunu da değerlendiremiyoruz.


Bir eliyle kirli bir deniz üreten ve insanları bu denize atan diğer eliyle ise bu denizde kendi yol haritasına sadık kalacak bir yılanı besleyen Kemalist Paradigma, deşifre olma ve çözülme sürecine girse de, fotoğrafa en geniş açıdan bakıldığında ortaya çıkan manzara korkunçtur.


Her iki tarafın ağzına doladığı ‘şehadet’ propagandaları eşliğinde toprağa düştüğü görülen on binlerce ‘iflah olmaz Sünni vatandaş’,

Birbirine -görece- uzaklaşan kardeş iki Müslüman kavim,
Kürt Halkı’nın demokratik sözcüleri libasını giyen ama toplumunun öz değerleriyle hiçbir alakası olmayan Kemalist Kürt kimlikler,
Söz gelimi, “TSK neden bu kadar sert davranıyor, anlamak zor, zira biz olmasak Güneydoğu’ya şeriat gelirdi” diyebilen Abdullah Öcalan’ın avukatı ve DTP Milletvekili Hasip Kaplan’lar, Zana’lar,
Kürt Meselesi’nde PKK’dan farklı yol ve çareler üreten kimlikleri öldüren fakat TSK bünyesinde muvazzaf olduklarını öğrendiğimiz silahlı eller her ne kadar tüyleri diken diken etse de ‘Tuzak kuranların en iyisi’ olduğuna inandığımız bir Yaratıcı’nın varlığı umut vericidir.

Evet, bu oyun Kemalizm adına tam adıyla bir kazan-kazan oyunudur.

Zira, PKK ‘yenilse’ ve Güneydoğu bir şekilde ve tam anlamıyla Kemalizm’e ‘boyun eğdirilse’ diktatoryal jakoben çizgisinden ötürü halkın refah ve mutluluğunu değil çaldığı düdüğün ezgisini önceleyen Kemalizm kazanmış olacak,
Diğer ihtimalde ise PKK öngörülemez bir sapmayla kontrolden çıksa dahi bölge ‘en azından’ irtica tehlikesinden arındırılmış ve böylelikle ülkenin diğer bölgelerindeki anti-Kemalist İslami yapılarla girilecek olası işbirlikleri temelinden dinamitlenmiştir.

Sonuca bakarak son sözü çekinmeksizin Kur’an’a bıraktığımızda, bu yazıda ispatına çalıştığımız ‘iki beşeri ideolojinin fikir ve lider karşılaştırmalı iş birliği’nin ve yol açtıklarının haberinin karşımıza çıktığını görmek, İslam’ın ‘aşılamaz mükemmelliğini’ bir kez daha idrak etmemize ve bu yapıların şu halleriyle girdikleri paradokslarını ortaya çıkarmamıza ışık tutmaktadır.


“İnsanlardan, inanmadıkları halde, "Allah\'a ve ahiret gününe inandık" diyenler de vardır.

Bunlar Allah\'ı ve mü\'minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir.
Kalplerinde münafıklıktan kaynaklanan bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır. Söyledikleri yalana karşılık da onlara elem dolu bir azap vardır.
Bunlara, "Yeryüzünde fesat çıkarmayın" denildiğinde, "Biz ancak ıslah edicileriz!" derler.
İyi bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat farkında değillerdir.”(Bakara/8)


  YORUMLAR YORUM YAP | 0 Yorum
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  YAZARIN DİĞER YAZILARI
YUKARI