bursa escort - escort bursa - bayan escort - escort bayan

bursa escort - escort bursa - bayan escort - escort bayan

bursa escort - bursa escort - bursa escort - escort bursa - escort bursa -
izmit escort şişli escort istanbul escort anadolu yakası escort bayan
Bugun...
SON DAKİKA

GÜNEŞİ GÖRDÜM, AMA…

 Tarih: 30-11--0001 00:00:00
Fatih Tezcan

 

Kürt Meselesi’ni değerlendirirken ‘ama’sız bir cümle kurmadan konuşmak muhal gibidir…
Hepimiz kardeşiz, evet, ama…
Bu topraklar hepimizin, ama…
Milletçe aynı gemideyiz, ama…
Herkes bitmesini istiyor, ama…
 
İnce bir işçilikle net, mert ve sert mesajları omzuna alarak psikolojik eşiklerin aşılmasında bir milat olmasını ümit ettiğim bu filmin çıkışında, o şerh geleneğinin devam ettiğini görmek beni üzdü…
Evet, Güneşi Gördüm, ama…
 
Başta söylemeliyim ki çok yüklü olduğum bir konuyu irdeleme iddiasındaki bu filmi, profesyonel sinema eleştirmeni taklidi yaparak objektif perspektif ve ifadelerle aktarma angaryasına kendimi mahkûm edemeyeceğim…
 
Keşke film, bu kadar çok mesajı yamalanmaya muhtaç bırakmasaydı da biz de sadece seyrettiğimizi yorumlasaydık…
 
Film, bir defa konuyu ele alırken mental yanlışlığa düşmüş.
 
Bu mental yanlışlık, Kürtler’i “acıların çocuğu” kıvamında bir kavim olarak göstererek Türk-Kürt sosyo-psikolojik eşiğini sarsmaya çalışma amacından kaynaklanmış.
 
Bunun konu hakkında ümmi seviyede bilgi sahibi olan ama şifai edinimleri zirve yapmış izleyiciye Kürtler’in en haklı kozu olan Tarihsel vecheyi gösterebilseydi oyuna 1-0 önde başlamış olurdu.
Bu, koltuğuna yeni oturmuş bir seyircinin ilk on beş dakikada “hadi yaaa?!” ünlemleri arasında daha önceki faşizanlıklarının farkındalığıyla bilmeden konuşmasının verdiği mahcubiyet ile öğrenmek ve yenilenmenin verdiği heyecan arasında filmin gerisini seyretmesine sebeb olur, kısacası işe yarardı.
 
Söz gelimi, senaryoda, cezaevi görmüş Erol Ağabey’in rolü, kendisine infaz süresi sorulduğunda tek cümleyle geçiştiren ve aileye İstanbul’da yardım eden kişi olarak kısıtlanmak yerine,
konuyu Abdulhamit’in Hamidiye Alayları’ndan alıp, Şeyh Said isyanında jandarmanın başını kesip masaya koyup ‘teşhis için’ anasını çağırdığı Kürt neferlerinin hikâyelerinden dem vurup, Mustafa Kemal’in Kuruluş Savaşı sırasında Kürt aşiret ağalarına gönderdiği mektupları ve dahi İzmit Konuşması’nı anımsatarak işin kökenini verebilecek çapta tarih okumaları yapmış ve bunları –seyirciyle de- paylaşmaktan çekinmeyen ama aynı zamanda Diyarbekir Cezaevi’nde kendi dışkısı yedirilen ve sonrasında yüzde 99’luk çoğunluğa uyarak dağa çıkan arkadaşları da olan bir adam olarak kurgulansaydı bu bir üst paragrafta hayıflandığımız içsel düzenlemeleri sağlamakta etkili olabilirdi.
 
Süreye belki 15 dakika daha ekler veya 30 dakika da çıkarırdı ama kesinlikle travesti mesajından daha önemli bir iş becermiş olunurdu!
 
Peki Güneşi Gördüm nasıl bir filmdir?
 
Emeği olanlara ve filmin mevcut mesajlarının lüzumuna haksızlık yapmamak için söylüyorum ki, KESİNLİKLE GİDİN!
Ama bilin ki Mahsun Kırmızıgül konuyu -filmdeki o göze batan çeşitlendirmeye rağmen- çok hafif geçmiş…
 
Film 2 Cobra ve 2 Apache AH-64 saldırısı ile açılıyor. Bulgaristan’dan kiralanmışlar.
(Apache’lerin zaten Güneydoğu’da kullanımı uluslar arası anlaşmalar gereği yasak.
Amerikan taarruz helikopterleri ‘NATO işi’ olmadıkça Adana’daki üstlerinden havalanamıyorlar.)
Bunların saldırısında bir mağara hedef alınıyor ve bombalama esnasında 2 köylü kaçarak köylerine dönüyorlar. Hikâye de bu köylüler ve sıkıntıları etrafında anlatılıyor.
 
Filmin afişinde gördüğünüz bebek ve fonundaki güneş meğer beş kızı olan bir babanın altıncıda ‘bulduğu’ erkek evladından dolayı Allah’a şükrünü eda etmesiymiş…
Buradan da anladım ki ya benim hayal gücüm çok geniş ya da o afişe o mesaj biraz ironik kaçmış…
Durumu kurtaran ise isimdi…
Ailenin bir evladı asker ve bir evladı dağda…
Bu o bölge için sıradan bir durum ama heterojen izleyici kitlesinin gözünün içine sokulması isabetliydi…
Dağdaki kardeşin adı Serhat’tı, operasyonda ‘ölü ele geçirildi’ ve işte o altıncı bebek/birinci erkek’in adı da geleneksel olarak Serhat konuldu…
 
Serhat ile onbaşı Ahmet’in ölüm haberlerinin ailelerine verilmesinde ve geride kalanların acılarının benzerliğini yansıtmadaki eş zamanlılık çok iyiydi…
 
Dağda karşılaşırlarsa ne olacağını soran asker kardeşine “Sen ölürsen şehit, ben ölürsem terörist!” cevabını veren ağabeyin bu sözü, filmin geri kalanını seyretmeyip çıksa dahi bir insana yeteri kadar düşünme fırsatı verebilecek güçteydi…
 
Bombalamalar sırasında dört ağlayan kızını sakinleştirmek için korkmayan ve ağlamayan -çünkü spastik olan!- ablalarını ibretlik eden babanın haliyle ile sabah askerlerin sorguladığı köylülerin içinden “ben bir şey görmedim” diyen gözleri görmeyen dedenin çıkışı ağlanacak hale güldüren ironilerdi…
 
 “Teröristten Dost olmaz!” diyen albay, bunu, oğlu dağda olan babanın yüzüne doğru söylüyordu…
Oğuldan mı dost olmayacaktı?
Eğer öyleyse devleti kurarken verdiği hiçbir sözü tutmayan devlet kurucusunun mu ideolojisi dosttu yoksa bu ideolojinin sivil-asker bağlıları mı?
 
Kim dosttu? Neye ve kime göre?
 
Ne var ki Serhat “biz sahipsiz bir halkın ölü çocuklarıyız” dedikten az sonra dere yatağından kaçmaya çalışırken ‘ölü ele geçirilmişti’…
 
Aile o olaydan sonra TSK tarafından köyden sürüldü. Öyle bir koy boşaltma sahnesi seyrettim ki “Herhalde film Genelkurmay yetkilileri gözetiminde çevrildi” hissine kapıldım!
 
Köy ve İstanbul çerçevesinde işlenen bir Kadın konusu vardı.
Beş kızı olan adam kuma düşünüyordu.
Normalde bu ‘çözüm’ bölgede, aşiretten aşirete biraz değişmekle beraber, daha erken düşünülür.
Kadın, kanaması olmasına rağmen hemen eşine söylemesi gerekliğini es geçebiliyordu… Veya söylediğinde girilecek sıkıntıları göze alamıyordu…
Ama sonuçta o ilk erkek bebek, Serhat, altına yaptı diye Tarlabaşı’nın arka mahallesindeki bir evin küçük ve eşyasız bir odasında bir çamaşır makinesinde yıkanılmaya çalışılıyor ve ölüyordu…
 
İstanbul gerçekliğinde işlenen ve istisnadan çıkarılarak genele yayılmış, cinsel tercih kılıfıyla yoğunlaştırılmış travesti teması, filmi tam tanımıyla liberalize etmeye yetti de arttı…
Laf aramızda genelde Kürtler ve özelde Karslılar bu konuya ne dedi, onu da merak etmiyor değilim...
Ne bu bölgenin insanları ne de bu filmin konusunun ağırlığı bu konuya müsait değildi…
 
“Silahların sözden büyük olduğu ve kardeşin kardeşi vurduğu bu topraklar” diyordu bir yerde adam…
Bunu duyduğumda İslamoğlu’nun “Sözün gücü mü? Gücün sözü mü?” kitabı geldi aklıma…
Ne acıdır ki İslamoğlu da Kürt sorununa yönelik çözüm teklifi nedeniyle hapis yatmıştı…
 
Ailenin bir kısmı İstanbul’a göç ederken bir kısmı da Norveç’e gitmeye karar verdi.
Filmde bu yolculuk esnasında yaşananlar üzerinden “İnsan Kaçakçılığı” sorunu da işlenilmeye çalışılmış…
Beraberinde kekliğini de götürmeye kalkan adama, insan kaçakçısının söylediği söz etkileyiciydi: ”Yeteri kadar hayvan taşıyoruz!”
Kurtlar Vadisi’nden alışılan ‘mesaj verme dialogları’ Güneşi Gördüm’ün Norveç çekimlerinde Ali Sürmeli’ye emanet edilmişti…
Hümanizm sadakatinde softlaştırılan mes’ele, İskandinavya’nın bu müreffeh ülkesinin bir salonunda indirilen pantolonla hak ettiği çıplaklığına kavuşuyordu…
Aile, mayına basarak bacağını kaybeden çocuğu olmasa geri gelmek zorunda kalacaktı.
 
İltica sorununun da kısmen işlendiği bu sahnelerde çocuğun babasının(Altan Erkekli) yaptığı konuşmada söylediğinin bizzat şahidiyim:
“Bizim geldiğimiz yerler dünyanın en güzel yerleridir.”
Ve işte tam bu esnada Norveç devlet görevlisinin sorusu idealdi: “Norveç’e neden geldiniz?”
Evet! Zaten bıraksalar çıkmayacaklardı ki köylerinden!
Cehennem gibi bir TIR’a hayvan gibi doluşmayı göze alıp gelmeyeceklerdi Norveç Fiortları’na, cennet gibi Kürt illerinden, kendilerini yönetenler adalet ve özgürlüğü gözetirken, ama…
 
Bu konu –ama’sız konuşulduğunda çözülmüş demektir…
 
Filmde dahi kullanılan bir betimleme var: Devlet Ana ve Devlet Baba.
 
Bu bilinçsizlik kaldırıldığında, yani devlet, bulunduğu topraklar üzerindeki halkın vergileriyle ayakta duran ve işi, bu halkın adaletli ve özgür yaşamasını sağlamaktan başka bir şey olmayan örgüttür, tanımı kişi ve kimliklerce genel kabul gördüğünde sadece bu sorun değil pek çok sorun çözülmüş demektir.
İşte o zaman Ali Sürmeli’nin okuduğu Cahit Sıtkı’nın Bir Memleket İsterim şiirinin başrol oyuncuları oluruz…
 
Ha! Bu arada, orduda görevli olan ama dağdaki ağabeyi Serhat’ın ansızın eve geldiği gece o ‘Şehit-Terörist’ dialoguna giren Berat kardeşini sorarsanız, o en son Norveç’te bir markette, cebindeki sözlükten, kolay sürülen kahverengi keçi peynirinin karşılığını bakınıyordu…
 
Bu arada Mahsun Kırmızıgül’ün zamanlaması oldukça düşündürücü değil mi?
 
Radikal demek için radikal cesaretlere haksızlığı göze almayı gerektirecek çapta soft bir film olan Güneşi Gördüm, eğer bundan bir 15-20 sene önce, hele de Ahmet Kaya’nın ‘çakma sanatçılar’ tarafından lince tabi tutulduğu o dönemde kotarılabilmiş olsaydı, belki güneşi görmemize de vesile olabilir, en azından benim çok çok önemli bulduğum o psikolojik eşiğin aşılmasında değilse de sarsılmasında etkin rol oynayabilirdi.
 
Ama istisnasız tüm makam, merci ve medya organlarında Genel Af, PKK’nın silah bırakması gibi konuların tartışıldığı şu atmosferde Güneşi Gördüm için söylenebilecek sonuç cümlesi bulmak dahi sıkıntılı bir iş oluveriyor…
 
Güneşi Gördüm… İyi niyetli, seyredilmesi gereken, güzel bir film olmuş, ama…
  YORUMLAR YORUM YAP | 0 Yorum
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  YAZARIN DİĞER YAZILARI
YUKARI